31 Temmuz 2014 Perşembe

ZAMAN DEDİĞİN



 10 yılın değerini anlamak için,
yeni boşanmış çifte sorun.

1 yılın değerini anlamak için,
Sınıfını geçemeyen bir öğrenciye sorun.

9 ayın değerini anlamak için
yeni doğum yapmış bir anneye sorun.

1 ayın değerini anlamak için,
Dünyaya prematüre bebek getiren bir anneye sorun.

1 haftanın değerini anlamak için,
Haftalık derginin editörüne sorun.

1 saatin değerini anlmak için,
buluşmak için birbirini bekleyen aşıklara sorun.

1 dakikanın değerini anlamak için,
uçak,tren,veya otobüsü kaçıran birine sorun.

1 saniyenin değerini anlamak için,
Kaza geçirmiş bir insana sorun.

1 milisaniyenin değerini anlamak için,
Olimpiyatlarda gümüş madalya almış birine sorun.

29 Temmuz 2014 Salı

Bir ipin hesabını veremedim



Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum" diye vasiyet etmiş. Öldüğünde "Kim birlikte
 kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal,

-Benim sadece bir ipim var, kaybedecek ...bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş.

Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde.Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar. -O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış. - Tamam, servetin yarısı senin, demişler.

- Aman, demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?


18 Temmuz 2014 Cuma

Kız Çocukları...



Zengin bir çift, Meksika'da bir tatil beldesine geldiler.

Adam arkadaşlarıyla golf oynamak için golf sahasına yöneldi. Kadın yılda bir kez düzenlenen ve aradığı antika eşyaları bulacağına emin olduğu özel bir açık artırmaya davetliydi.

Kendisini açık artırmanın yapılacağı yere götürmesi için bir taksi çevirdi. Yolda taksi sürücüsü direksiyon hakimiyetini kaybetti ve bir at arabasına çarptı.

Hayvanlar ve at arabasının üzerindeki meyveler dört tarafa saçıldı.

Çarpmanın etkisiyle at arabasının üzerinde oturmakta olan 10 yaşında iki çocuk fırlayıp çalıların arasına düştü.

Kadın başından yaralanmış olduğu halde çocukların iyi olup olmadıklarını görmek için yanlarına koştu. Çocuklar sersemlemişlerdi ve kanlar içindeydiler.

Kadın yanlarına yaklaşınca korkuyla geri çekildiler.

Kadın onların güvenini kazanmak için dört küçük çocuğuyla çektirdiği bir fotoğrafını çıkardı. Fotoğrafı daha iyi görmek için kadına yaklaşan çocuklardan biri kırık dökük bir İngilizce ile sordu:

- " Sen anne?"

Kadın gülümsedi. " Evet, ben anne."

Çocuklar hemen kadının kucağına atıldılar ve ona sarılıp titremeleri geçene kadar öylece kaldılar. Kadın birinin bacağında derin bir yara olduğunu gördü.

Etrafta bez parçası bulamayınca pahalı elbisesinden bir pa koparıp yarayı sardı.

Taksi sürücüsü yardım getirmeye gitmişti. Hep birlikte beklerken yanlarında külüstür bir araba durdu. Sürücü, para verirlerse, onları güvenli bir yere götüreceğini söyledi.

Kadın " Memnuniyetle" dedi. Ama çocuklar meyvelerin yanından ayrılmak istemiyorlardı. Bunları satmak için pazara gidiyorlardı ve akşam eve elleri boş dönerlerse başlarına belâ açılırdı. Kadın çocuklara 25'er dolar verdi, bu yeter de artardı.

Hastaneye vardıklarında çocukları hastaneye kabul etmediler, ta ki kadın tedavi masraflarını vereceğini söyleyene kadar.

İki saat sonra işleri bitince kadın çocukları eve götürmek üzere bir limuzin çağırdı. Ne kadar şanslı olduklarını görüp sevinen çocuklar limuzine bindikten sonra aralarında İspanyolca konuşmaya başladılar.

Kadın duyduklarının tek bir sözcüğünü bile anlamıyordu, ama onların neşeli halleri hoşuna gidiyordu. Yolda bir yerde çocuklar sürücüden durmasını istediler.

Limuzinden inip küçük bir kızın devrilmiş oyuncak arabasını düzeltmesine yardım ettiler. Onu ve iki kız arkadaşını kendileriyle birlikte limuzine davet ettiler. Şimdi beşi birden hiç durmamacasına konuşuyorlardı.

Köye varana kadar çocuklar şoförü birkaç kere daha durdurup başka kızları da limuzine aldılar. Köye ulaştıklarında arabayı doldurmuşlardı.

Köyde çocuklar arabadan inip gözden kayboldular. Ama daha kadın oradan ayrılmadan yeniden arabanın çevresinde belirdiler. Her birinin elinde birer külah dondurma vardı.

Kadın, şoföre, " Neden değerli paralarını yabancılara dondurma alarak harcıyorlar?" diye sordu."

Ve bu küçük kızlara neden bu kadar kibar davranıyorlar?"

Şoför çocuklara döndü. Gülümseyişleri, yılbaşı ağaçları gibi ışıl ışıldı. Kadına sıkı sıkı sarılıp gururla yanıt verdiler, "Tenemos que cuidarles a ellas especialmente, porque algun dia ellas van a ser una madra para alguien."

" Ne diyorlar?" diye şoföre sordu kadın.

" Onlara özel bir ilgi göstermeliyiz, çünkü bir gün onlar da sizin gibi, birinin annesi olacaklar!"

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Kırmızı Oyuncak Araba



Arkadaşım Gayle dört yıldan bu yana kansere karşı yaşam mücadelesi veriyordu.

Diğer arkadaşlarımla birlikte onu ziyarete gittiğim bir gün çocukluk düşlerimizden söz ediyorduk. Gayle başını pencereye doğru çevirdi. Gözleri çok uzaklarda, sesi sitem dolu “Ben, kumandalı, kırmızı bir oyuncak arabamın olmasını isterdim hep, ama doğum günümde ne istediğimi söylersem; dileğimin gerçekleşmeyeceği korkusuyla hiç kimseye söyleyememiştim bunu. Bu nedenle de asla radyolu, kırmızı bir oyuncak arabam olmadı.” dedi. 

Gayle’i ziyaretimden bir kaç gün sonraydı. Çok sevdiğim dondurmayı almak için sırada beklerken birden dondurmacının vitrinindeki kırmızı oyuncak arabayı gördüm. 

Yanına da bir not iliştirilmişti: "Dondurmanızı alırken vereceğimiz kuponu doldurmayı unutmayın, belki de çekiliş sonunda bu kumandalı araba sizin olabilir." 

Hemen Gayle’in sözleri geldi aklıma. Bir kaç hafta boyunca sürekli dondurma alıp , verdikleri kuponları doldurdum. Hiç bir çekilişte de kazanamadım. Bu kırmızı arabayı mutlaka Gayle’e almalıydım. 

Dördüncü haftanın sonunda artık çekilişte kazanmaktan ümidimi yitirmiştim. 

Dükkan sahibi ile konuşarak bana bu arabalardan bir tanesini satmalarını rica ettim. 

Dükkan sahibi dört haftadır hergün dondurma alıp, kuponları doldurduktan sonra büyük bir heyecanla çekiliş sonuçlarına baktığımın gözünden kaçmadığını söyledi. 

Ardından da gözlerimin içine bakarak: 

"Söyler misiniz, neden bu kadar çok istiyorsunuz bu arabayı? "diye sordu. 

Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ona arkadaşımdan söz ettim. Çok etkilenmişti. 

"İstediğiniz oyuncak arabayı verdiğiniz adrese göndereceğim" dedi. 

Yazdığım çeki masanın üstüne bırakarak , büyük bir mutlulukla evime geldim. 

Ertesi günü Gayle’i ziyarete gittiğimde gözleri ışıl ışıldı. 

Elindeki kırmızı oyuncak arabayı göstererek küçük bir çocuk heyecanıyla: "Bak" dedi. "Bunca yıl bekledim ama nihayet dileğim gerçekleşti, hem de tam istediğim gibi !" 

Ertesi günü postacı bir zarf uzattı elime. 

Açıp okumaya başladım: 

"Sevgili Bonnie, annem ve babam da kanserdi ve ikisinide, altı ay gibi kısa bir sürede kaybettim. İkisi içinde çok çabaladım ama doğrusu dostlarımın sevgisi ve cömertliği olmasaydı hiç bir şey yapamazdım. Gerçek dostlarım olduğu için kendimi hep şanslı hissettim. Gayle’de senin gibi bir dostu olduğu için çok şanslı. En iyi dileklerimle. Norma" 

Dondurma dükkanının sahibiydi mektubu yazan. 

Benim, masasına bıraktığım çek de zarfın içindeydi.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

İstenmeyen Misafir...



Askerliğini bitirmiş olan genç askerliğini yaptığı şehirden ailesini aradı:
-Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum.
-Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz, diye cevapladılar.Oğulları,
-Bilmeniz gereken bir şey var diye devam etti.
-Arkadaşım savaşta ağır yaralandı.Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti.Gidecek hiçbir yeri yok, ve onun gelip bizimle kalmasını istiyorum.
-Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.
-Hayır. Anne,baba,onun bizimle yaşamasını istiyorum.
-Oğlum,dedi babası,bizden ne istediğini bilmiyorsun.Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur.Bizim kendi hayatımız var,bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz.Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin.O kendi başının çaresine bakacaktır.Oğlu o anda telefonu kapattı.Ailesi ondan bir süre haber alamadı.Ama birkaç gün sonra,polisten bir telefon geldi.Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler.Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu.
Üzüntü dolu anne-baba oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler.Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler:
Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı....

10 Temmuz 2014 Perşembe

O bahar günü...


O yıl New York'ta kış, nisanın sonuna kadar uzamıştı. Kör olduğum ve yalnız yaşadığım için çoğunlukla evde kalmayı yeğledim.Sonunda bir gün soğuk hava gitti; bahar kendini gösterdi. Hava coşkulu bir kokuyla dolmuştu. Arka bahçeye bakan pencerenin önünde küçük, neşeli bir kuş devamlı cıvıldıyor, sanki beni dışarıya çağırıyordu.

Nisan ayının değişken havasını bildiğimden kışlık mantoma sarıldım. Fakat havanın değişmesi üzerine yün kaşkolumu, şapka ve eldivenlerimi bıraktım. Üç çatallı bastonumu alıp neşeyle sundurmaya çıktım ve kaldırımın yolunu tuttum. Yüzümü güneşe doğru kaldırıp, onu selamlayan bir gülümseme sundum. Sessiz çıkmaz sokağımızda yürürken kapı komşum "Merhaba" diyerek seslendi ve gideceğim yere götürmeyi teklif etti: "Hayır, teşekkür ederim. Şu bacaklar bütün kış dinlendi. Eklemlerimin harekete ihtiyacı var. Bu yüzden yürüyeceğim" diye cevap verdim. Köşeye vardığımda alışkanlıkla durdum. Birinin gelip yeşil ışık yandığında beni karşıya geçirmesini bekledim. Nedense bu sefer, öncekilere göre daha uzun süre beklemiştim ve hala hiç kimse teklifte bulunmamıştı. Sabırla beklerken, eskiden hatırladığım bir melodiyi mırıldandım; çocukken öğrendiğim "Hoş geldin bahar..." şarkısıydı.Birden güçlü bir erkek sesi konuştu: "Sesinizden çok neşeli bir insan olduğunuzu hissettim. Sizinle caddeyi birlikte geçme şerefini bağışlar mısınız bana?" Kibarlıkla iltifat görünce gülerek başımı salladım ve duyulabilir bir sesle "Evet" dedim.Kibarca koluma girdi ve birlikte kaldırımdan yola indik. Yavaşça yolun karşısına geçerken, konuşulabilecek en iyi konudan, havadan konuştuk. Adımlarımızı birlikte atarken hangimiz rehber, hangimiz yardım alıyor, belli olmuyordu. Yolun karşısına varmamıza az kala ışığın değiştiğini anlatırcasına kornalar sabırsızca çalınmaya başladı. Kaldırıma çıkmak için birkaç adım daha attık. Ona dönüp, bana eşlik ettiği için teşekkür etmek üzere ağzımı açmıştım ki, ben daha bir şey söylemeden o konuştu: "Bilmem farkında mısınız? Sizin gibi neşeli bir insanla karşıya geçmek benim gibi bir kör için ne kadar muhteşem bir şey".

O bahar gününü hiç unutmayacağım.

"Bazen evrende kendimizi en yalnız hissettiğimizde, sıkıntımızı atlatmak ve farklılığımızı ve yalnızlığımızı hafifletmek için Tanrı bize, aynadaki aksimiz gibi bir ikiz gönderir.

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Kahve



Bir zamanlar her şeyden sürekli, şikayet eden,hayatın ne kadar berbat
olduğundan yakınan bir kız vardı.

Hayat, ona göre, çok karmaşık ve sürekli savaşmaktan, mücadele
etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu
karsısına.

Yine kızın bu yakınmaları karsısında, mesleği aşçılık olan babası ona
bir hayat dersi vermeye niyetlendi.

Bir gün onu mutfağa götürdü üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin
üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir
patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini
koydu.. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı
Kızıda hiçbir şey anlamadı, bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda
karsIlaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu.

Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar
bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına
cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi
kapattı.

Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu.ikincisinden
yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu.Daha sonra son cezvedeki
kahveyi bir fincana boşalttı.

Kızına dönerek sordu:

- Ne görüyorsun ?
- Patates, yumurta ve kahve !! diye alaylı bir cevap verdi kızı.

Daha yakından bak bir de dedi baba, patatese dokun.Kız denileni
yaptı;ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.

Ayni şekilde,yumurtayı da incele. Kız,kabuğunu soyduğu yumurtanın
katılaştığını gördü.

Sonunda kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni
yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı.

Ama yinede bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:

Bütün bunlar ne anlama geliyor baba ?

Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de ayni
sıkıntıyı yasadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını
anlattı. Ama her biri bu sıkıntının karsısında farklı tepkiler
vermişlerdi. Patates daha ince sert, güçlü ve tavizsiz
görünürken,kaynar suyun içine girince yumuşamaları ve güçten düşmüştü.
Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğu içindeki sıvıyı
koruyordu. Ama kaynar suda kalınca,yumurtanın içi sertleşmiş ve
katılaşmıştı.

Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde
kalınca,kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya
tamamen yeni bir şey çıkmıştı.

Sen hangisisin? diye sordu kızına.

Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin ?

Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi kalbini mi
katılaştıracaksın? Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her
olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat
katmasına izin mi vereceksin?

4 Temmuz 2014 Cuma

En Samimi Blog(lardan biri) :)


deep beni mutlu eden bir ödül vermiş bana :)) teşekkür ediyorum ( geç olduğu içinde ayrıca özür diliyorum.)

2 Temmuz 2014 Çarşamba

dört mahalleli kasaba





Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede Evetama’lar yaşıyormuş. Evetama’lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise “evet, ama” diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.
İkinci mahallede Yapıcam’lar yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.
Üçüncü mahallede yaşayan Keşkeci’lerin, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke’cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!
Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İyikiyaptım’lar otururmuş. Keşkeci’ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.
Yapıcam’lar Keşkeci’lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.
Evetama’larise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş.
İyikiyaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!.

resim kaynak