31 Ağustos 2013 Cumartesi

Hayatta hiç bir şey yolunda gitmiyor diyenlere…


Öykü, yüz yillar önce gözlemlenen bir olayı nakletmektedir:
Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlığına
girdi.
Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna
inanıyordu. Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki rakamlara takıldı.
Mezar taşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7, 421 örneği,
birbiriyle hiç de bağlantısı olmayan rakamlar vardi. Uzun uzun düşündü,
fakat bu rakamların anlamını çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, ona
sordu:
"Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına?" dedi. "Bu rakamların gösterdikleri ay
mıdır, yıl mıdır, saat midir?"
Bilge kişi gülümseyerek yanıtladı:
"Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız" dedi.
"Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra ise,
bellerindeki düğümleri sayar, düğümün sayısını mezar taşına yazarız."
Bilge kişi, karşısındaki keşişin bir şey anlamadığını görünce açıklamasını
sürdürdü:
"Böylece onun, ne kadar ‘yaşamış’ olduğunu anlarız."

Hayatta hiç bir sey yolunda gitmiyor diyenlere…

30 Ağustos 2013 Cuma

Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.'



"On yedi yaşındayken, şöyle bir şey okumuştum:

'Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.'

Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: 'Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün (normalde) yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?'

Uzun süre art arda, 'Hayır' yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.

İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları – tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan.

Kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşünceyi yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve savunmasızsın. Yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok."

Steve Jobs.
Stanford Üniversitesi mezuniyet töreni. 12 Haziran 2005.

Hepsi Yaşanmış İlginç Olaylar



Olay Yeri: Diyarbakır 
Lunaparkta gece bekçisi iki kafadar (zincirlerin ucuna bağlanmış salıncaklardan oluşan) uçan sandalyelere biner ve mekanizmayı çalıştırırlar. Ancak sandalyelerin merkezkaç kuvveti ile dönerek açılmasından dolayı durdurmak için şaltere ulaşamazlar ve sabaha kadar kimseye seslerini duyuramazlar... Bu bekçilerden biri hayatını kaybetmiş, diğeri ise gördüğü uzun tedavilere rağmen eski sağlığına kavuşamamıştır.

Olay Yeri: Kayseri 
Siz hiç karanlıkta iyi göremediğiniz için yakıt deposunun, tam dolup dolmadığını çakmak yakarak kontrol etme cesaretini kendinizde buldunuz mu?
Kayseri şehirlerarası otobüs terminalinde 38 AS 991 plakalı yolcu otobüsüne mazot alan muavin Z. T. Deponun tam dolup dolmadığından emin olmak için çakmak çakarak kontrol etmek ister. Sonuç; Buharlasan mazotun parlaması ve muavinin yanık tedavisi için hastaneye kaldırılması.

Olay Yeri: Karabük 
Siz demir çelik haddehanesinde çalışan bir isçinin, sigarasını yakmak için 600 tonluk preslerin arasından emekleyerek geçtiğini ve 2.450 santigrad derecedeki fırına ulaşmaya çalışırken son sigarasını yaktığını duydunuz mu?

Olay Yeri: Giresun 
Siz hiç birisinin, diş ağrısından kurtulmak için çenesine kursun sıktığını ve beynini dağıttığını duydunuz mu?.
Yer: İstanbul, Sultanbeyli
Yuttuğu sineği öldürmek için ağzına İlaç sıkıp, zehirlenerek kendiside ölen zamane uyanığını ...

Olay Yeri: Erzurum 
Birçok ülkede insanlar berbere gidip traş olurlar, ama hiçbir berber, masaj amacıyla müşterisinin kafasını sağa sola çevirirken boynunu kırmaz.

Olay Yeri: Bozcaada 
Bankamatikten para çekerken başka bir ülkede elektrik çarpmasından ölmezsiniz. Türkiye'de ölürsünüz.

Olay Yeri: Kocaeli, Gebze 
Nüfus sayım günü sokağa çıkma yasağı nedeniyle bomboş otoyolda (Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yoktur ve olamaz)sayım görevlisi 'bariyerlere' çarpıp ölmez.

Olay Yeri: Adapazarı 
Siz hiç arabası ile yolda giderken radyoda duyduğu oyun havasıyla coşup, göbek atmak için aracını kenara çeken ve otoyolda göbek atarken arkadan gelen aracın altında kalıp ölen duydunuz mu? Söz konusu olay TEM otoyolu Sapanca mevkiinde meydana gelmiştir

Olay Yeri: Konya 
Aynı işyerinde, biri gündüz biri gece vardiyasında çalışan ve ikisi de işine motosiklet ile giden baba oğulun, yolda karsılaşmaları normaldir, fakat birbirlerine selam vermek için ellerini sallarken, kaza yapıp ölmesi sadece bizde vaka-i adliyedendir.

Olay Yeri: İstanbul, Ayazağa 
Gelişmiş ülkelerde, çalışan isçiler, üstlerindeki imalat artıklarını temizlemek için, birbirlerine kompresörle hava tutmazlar. Tutsalar bile,biri şaka yapmak için kompresörü diğerinin poposuna dürtmez.
Dürtse bile, diğeri "Ulan şaka öyle yapılmaz böyle yapılır" diye elindeki kompresörü şakacı arkadaşının poposuna dayamaz ve bağırsaklarını basınçtan patlatarak öldürmez.

Olay Yeri: Kocaeli, Dilovası 
Dünyanın hiçbir yerinde gemi mühendisi kazanı kontrol etmek için kazana girdiğinde biri gelip kazanın kapağını kapatmaz ve sonra da gemi yola çıkmaz.

Olay Yeri: Trabzon 
Siz hiç başka bir ülkede, bir insanın, tuttuğu futbol takımının maçı, ya da siyasî partinin seçimi kazanıp kazanmayacağı hakkında bir "uzvu" üzerine iddiaya girdiğini, "eğer kazanamazsak, ben de bunu keserim" dediğini, iddiayı kaybedince Besmele ile abdest alıp, iki rekat namaz kıldıktan sonra "onu" kestiği ve kan kaybından öldüğünü duydunuz mu?

Olay Yeri: Rize 
Hangi ülkede; elektrik direğine yaslanıp, ayakkabısına giren taşı çıkarmak için ayakkabısını silkeleyen birisi, yoldan geçen bir başkası tarafından (cereyana kapıldığı zannedilerek, kurtarmak amacıyla temas etmeden) kürekle vurularak kurtarılmaya çalışılır?

29 Ağustos 2013 Perşembe

Güçlü Kadınlar...


Güçlü kadınlar vardır, her işlerini kendileri halletmeye çalışan. Anne babaları tarafından böyle yetiştirilen.. Onlar kendi paralarını kendileri kazanmak isterler. Evdeki tüm tamirat, tadilat işlerinden anlarlar. Bir erkeğe mecbur kalmadan ...hayatlarını devam ettirebilirler. Faturalarını kendileri yatırırlar. Hemen hemen ...tüm işlerini kendileri yaparlar. Hatta etraflarının yükünü de üstlenirler. Özgürlüğü severler, dik durmayı da, güçlüdürler çünkü!

Aşık olduklarında hissederek yaşarlar! Aşklarına kurallar koymadıkları gibi büyük beklentilere de girmezler. Sevdiklerine problem çıkarmazlar. Bütün gün çalışıp durduktan sonra, akşam yorgun da olsalar sevgilileri buluşalım dediğinde, hemencecik hazırlanıp sevgililerinin onları evden almalarına gerek kalmadan, o her nerdeyse onun olduğu yere giderler!

Çoğu zaman sevgililerinin ya da kocalarının haberi bile olmaz yaşadıkları sıkıntıdan, yansıtmazlar çünkü. Para var mı, işyerinde sıkıntı mı oldu, birine canı mı sıkıldı, hiç bunlarla yormazlar birlikte olduğu erkeği. Çünkü istemezler kimse onlara acısın!

Sonra da bir bakarlar ki, bu kadar dik durmanın ve sorun çıkarmamanın karşılığında gerçekten de kimse onlara acımaz.

Bu durum zamanla gelenekselleşir ve acınmama ve sorun çıkarmama hali yaşam tarzına dönüşür.

Eskaza dayanamayıp paylaşmaya kalksalar, bu sefer de sorunlu kadın, kaprisli kadın, tahammül edilemez kadın damgasını yerler.

Bu yüzden de terk edildiklerinde bile hiç seslerini çıkarmaz bu güçlü kadınlar! Terk eden erkek de bilir onun ne kadar güçlü olduğunu ve onsuz da yaşayabileceğini.. ''içindeki fırtınalardan bi haber''

Sonra bir dosttan, eşten ya da tanıdıktan duyarlar ki onu terk eden adam gitmiş erkeğe muhtaç yaşamak zorunda olan biriyle beraber olmaya başlamış.

Erkekler çok severler böyle kadınları. Birinin onlara muhtaç olduğunu görmek birçok duygusunu okşar erkeğin.

Onlara kendini erkek gibi hissettirir! Bu zayıf kadınlar erkeklere bağımlıdır.

Mesela fatura falan yatıramazlar, anlamazlar çünkü. Nerden yatırılır onu da bilmezler. Ev ya da yemek alışverişi de yapmazlar, çünkü taşıyamazlar onca yükü torbayı. Hep yorgun olurlar, bütün gün spor salanlorı, kuaför, o mağaza, bu mağaza gezerler. Akşama da yemek yapmaya fırsat bulamazlar. Akşam eşleri eve geldiğinde bugün nereye yemeğe gidelim, diye sorarlar. En kötü ihtimal dışardan yemek söylerler. Zayıf kadınlar doğurdukları çocuğa bakacak gücü de bulamazlar, pamuklar içinde yaşamaya alışmışlardır bir kere. Kendilerini hep altın tepsi içinde sunarlar. Huysuzluk da ederler, ama bu erkeğin hoşuna gider, çünkü kadın ona muhtaçtır, söylenmeyen güçlü kadının aksine. Hiçbir şeyi beğenmedikleri gibi devamlı da mutsuzdurlar. Pek teşekkür etmezler, kıskançlık krizlerini de severler.

Kocasının ya da sevgilisi olan adamın hayatlarını karartırlar. Çünkü o güçsüz kadın kırılgan bir kadındır, ayrılırsa kurda kuzuya yem olur. Oysa bilmezler ki güçlü kadınlar kurdların ilgisini çeker..

Onlar için sadece, zayıf kadın koruyup kollanmalıdır her an !

Zayıf kadınlar hiç çökmez, buruşmaz ve yıpranmazlar. Ancak işin ilginç yanı her zaman daha değerli olanlar da onlardır. Ve geride kalan güçlü kadınlar içlerin de kopan fırtınalarla tüm bunların nasıl gerçekleşebildiğine sadece bakakalırlar !

GÜÇLÜ KADINLAR

Aylin KOTİL

Seine Nehrinin Gizemli Kadını



20.yy’ın ilk döneminde, genç bir kadının ölümünden sonra yapılmış olan maskesi, Avrupa’da kapış kapış satılmaktaydı. “Inconnue de la Seine/Seine nehrinin gizemli kadını” olarak bilinen kadına ait olan ve garip bir şekilde gülümsediği betimlenen bu maskenin gösterdiği yüz, zamanın birçok edebiyat çalışmasına, yazarlara esin kaynağı olmuştu. 1920’li ve 1930’lu yıllarda, bu maskeye ve yüzüne gönderme yapan birçok ünlü yazar bulunuyordu.

Kadının bedeni, 1880’li yılların sonunda, Seine nehrinde, Louvre’a yakın köprülerin birinin altından çıkarılmıştı. Tecavüz belirtisi yoktu. İntihar ettiği kanısına varıldı. Saç biçiminden, Paris’in köylerinden olduğu düşünülmüştü. Belki yakındaki dükkanlarda çalışan biri, belki bir dilenciydi. Cesedi Paris morguna kaldırdılar. Kimlik teşhisi için, bugün Notre Dame’ın arka tarafına düşen morgda, belki birileri tanır diye halka teşhir ettiler. Kimse tanımadı.

Kadının ölü yüzü o kadar çekici gülümsüyordu ki, bir tıp öğrencisi yüzünün kalıbını çıkardı ve kadının maskesi yoğun bir talep ile karşılaştı.

Paris’te, Seine nehrinden ölülerin çıkarılması, şehrin günlük hayatında her zaman alışıldık bir yer kaplamış. Son bir yıl içerisinde nehirden 50 civarında ceset çıkarılmış, 146 kişi sağ salim kurtarılmış, 90 kişi intihara yeltenmiş, yaklaşık 70’i kurtarılmış. Nehir, insanları kendine çekiyor, Jeff Buckley’i de gecenin karanlığında Wholla Lotta Love eşliğinde çağıran, bir nehirdi.
Sanat ve Seine nehrinin güzeli

Edebiyat, 16 yaşında öldüğü düşünülen bu kadına yoğun ilgi gösterdi. Albert Camus, Seine nehrinin gizemli kadının gizemli gülüşünü Mona Lisa ile karşılaştırdı. Gizemli gülüş önce Fransız burjuvazisine, oradan Almanya’ya yayıldı, oturma odalarında, çalışma odalarında süs eşyası oldu.

Rainer Maria Rilke, Alman şair, heykeltraş Auguste Rodin’in özel sekreteri olarak çalışırken, heykeltraşın kalıp dükkanında maskeyi gördü. Yıl 1905’di ve şair kendi kendine mırıldandı: “Yalancı bir gülüşle, sanki biliyormuş gibi gülümseyen, morgda bir kenara atılmış güzel, genç bir kadının yüzü.” Daha sonra, Rainer Maria Rilke, Paris yıllarında yayınladığı tek romanı Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge/Malte Brigge’nin Notları’nda, ziyarete gittiği bir evin duvarındaki maskeden bahsederken, kendini suya bırakan bir güzelin yüzünden yapıldığını ve maskenin, her şeyin farkında gibi gülümsediğinden bahseder.

Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge/Malte Brigge’nin Notları buradan ücretsiz olarak indirilip okunabilir.

Seine nehrinin isimsiz kadınının edebi metinlerde ilk kez görülmesi, 1900 yılında İngiliz yazar Richard Le Gallienne’in The Worshipper Of The Image / Surete Tapan isimli novella’sında gerçekleşiyor. Bir şair, bir kadın maskesiyle birlikte kendini ormanda bir kulübeye kapar. Maskeyi yapan kişi Seine nehrine kendini atan genç kadına aşık olmuş kişidir aynı zamanda. Şairin tüm hayali maskenin dile gelmesidir. Olaylar -biraz korkunç biçimde- gelişir.

1934 yılında, Vladimir Nabokov, maskenin gizemli cazibesine kapılıp Almanca bir şiir yazmıştır: L’Inconnue de la Seine. Albert Camus, Seine nehrinin gizemli kadını için “Boğulmuş Mona Lisa gülüşü” diye yazmıştır. Clair Goll, “The Unknown Of The Seine/Seine Nehrinin Bilinmezi”nde, Paris sokaklarını arşınlayan bir resamın, Norte Dame yakınında bir dükkanda, ölü bir kadın maskesinin görünce, kalp krizi geçirip hayatını kaybetmesini anlatır. Maskede gördüğü yüz, uzun zamandır görmediği ve kayıp olan kendi kızıdır.

Maurice Blanchot, Seine nehrinin gizemli kadınının maskesindeki ifadesi için, “Rahatlamış bir gülümseme, o kadar dingin ki, bizleri kadının en mutlu anında öldüğüne inandırabilir” diye yazmıştır.

Louis-Ferdinand Céline, bir yayın için kendisinin fotoğrafını göndermesi istendiğinde, kendisi yerine, nehrin kadınının fotoğrafını çekip göndermişti. Bu tavrıyla, gizemli kadına selam duran büyük yazara ek olarak, heykeltıraş Giacometti de, yapıtlarının gizemli kadınla ilgili olduğunu belirtiyordu.

Sürrealistler de maskeye yakın ilgi gösterdiler. Man Ray, maskenin çeşitli fotoğrafarını çekti ve Louis Aragon’a, kitabı Aurelia’da kullanması için verdi. Aragon daha sonra, düşsel bir geziyi anlatan kitabı için, Seine nehrinin gizemli kadınıyla siyah beyaz bir oyun oynayan Man Ray’ın kitabı gerçekten “yazan” kişi olduğunu belirtmişti.

Modern zamanlarda, hala çeşitli sergiler, reklam çalışmaları ve sanat yapıtlarıyla ilgi görmekte olan nehrin bu gizemli kadını, insanlığın kendi düşlerinin küçük bir yansıması olarak gülümsemeye devam ediyor.

Büyükanne ve Dedenin evindeki telesekreter:



Büyükanne ve Dedenin evindeki telesekreter:
— Günaydın!!! Şu anda evde... değiliz, lütfen mesajınızı bip sesinden sonra bırakınız.
— Biiiiiiiiyyyp!!
— Eğer çocuklarımızdan biri iseniz, "1" e basınız. Daha sonra 1 ila 5 arasında dünyaya geliş sırasına göre kim olduğunuzu belirtiniz.
— Eğer çocuklarla kalmamızı istiyorsanız "2"ye basınız.
— Eğer arabayı ödünç almak istiyorsanız "3" e basınız.
— Bizlerden yıkama ve ütü yapmamızı istiyorsanız "4"e basınız .
— Çocuklarınızın bu gece bizde kalmasını istiyorsanız "5"e basınız.
— Okuldan torunlarımızı almamızı istiyorsanız "6"ya basınız.
— Pazar günü için yemek hazırlamamızı istiyorsanız ya da eve servis edilmesini tercih ediyorsanız "7"ye basınız.
— Bize yemeğe gelmek istiyorsanız "8"e basınız.
— Sorun para ise "9"a basınız.

— Bizi yemeğe davet edecekseniz ya da bizi tiyatroya götürmeyi arzu ediyorsanız, hemen konuşmaya başlayın, DİNLİYORUZ...:))

Dolmuş Muhabbetleri


*Bir gün arkadaşla öyle sersem sersem yürüyoruz. Bir anda yanımızdan son
sürat bir münibüs geçti. Biz 'Freni patladı' filan demeye kalmadan,minibüs kafadan elektrik direğine bindirdi. Hemen koştuk, yardim edelim diye. Minibüse ulaştığımızda manzara suydu. Yolcuların kiminin
kaşı açılmış, kiminin dudağı patlamış... Dağılmış vaziyetteler yani. Ama bir tuhaflık var. Çünkü o hallerine rağmen, gözlerinden yaslar gelecek şekilde gülüyorlar. Biz ne yapacağımızı şaşırdık. 'Ne oldu?' diye sorduk. Bir iki tanesi, güçlükle 'şo-för, şo-för...' diyebiliyor ama yine gülmeye başlıyorlar.
Bu sarsıcı manzaranın aslını öğrenebilmek için 2-3 dakika geçmesi gerekti.
Meğer  şoför, tükürürken minibüsten düşmüş. Hani, bizim şoförlere özgü, giderken kapıyı açıp dışarı tükürme hareketi vardır ya. Baba, dengeyi tutturamamış, tükürükle beraber, gümbürt aşağı
düşmüş. Minibüs de kontrolden çıkıp direğe bindirmiş...'' 
* Sahil yolundan bostancı istikametinde gitmekte olan dolmuşa yaşli bir
bayan biner.bayan tam bir eski istanbul hanimefendisidir. Gerek giyimi,
gerek oturusu, gerek konusmasindakı kibarlik ile çevresindekilerin saygi ve
ilgisini ceker. Teyzemiz gitmek istedigi yer icin parayi uzatır:
- Pardon beyfendi, rahatsız ediyorum ama suradan bir suadiye uzatırsanız cok
memnun olurum.
- Tabi hanfendi, ne rahatsızlıgı .para şöföre uzatılır ve yolculuk devam
eder. Yaslı ve kibar teyzemizin kıbarlıgı, sık giyimi ve guler yuzu diger
yolcuların icini ısıtmıstır adeta ... Suadiye'ye gelindiginde teyzemiz inmek
ister ve bunu şöföre yine o kibarlıgı ile bildirir:
- Pardon şöför bey, mumkunse musait bir yerde indirir misiniz?
şöför saga yanasır ve kapıyı acar fakat arac hala yavasca hareket halindedir
... Teyzemiz yaslı olması nedeniyle inemez ve dolmuşun tamamen durmasını
bekler. Fakat şöför acelesi varmıscasına yavasca ilerlemekte ve bayanın
inmesini beklemektedir ... Dolmuşun bir turlu tamamen durmamasına kızan
kibar teyzemiz şöföre seslenir:
- Ulan peze...k parasutle mı inicez! 
* (Mekan bornova-evka 4 otobüsü / izmir) otobüs tıklım tıklımdır ve arka
kapıya kadar ilerlemek imkansızdır. şöförün insafına sığınıp ön kapıdan
inmeye teşebbüs eder bir teyze...
- Şöför bey ön kapıyı açar mısınız?
- Niye hava mı alcaanız? 
* Ankarada otobüslerin kartlı değil biletli olduğu bir dönem.
Otobüse bir adam biner ... Utangaç, sıkılgan bir tavırla şöföre;
- Afedersiniz şöför bey biletim yok, acaba ineceğim duraktan alabilir miyim?

Şöför:- Istersen yolculara bir sor...
Adam: - Afedersiniz yolcular biletim yok, acaba inceğim duraktan alabilir
miyim.!! 
*Şişli-Taxim dolmuşundayım, kapıyı ermeni bir teyze actı, son derece belirgin
bir ermeni aksanı ile:
- Pardon şöför bey, acaba Harbiye'den geçeyooor ?
şöför şöle bi koltuga kolunu atıp arkasını dondu ve aynen aksanı taklit
ederek
- Yok uçarak gideyooor !!!
(Dip not: Sisli'den Taxim'de Harbiye'den gecmeyen bi hat yok). 
*Bir gün arkadaşımla evimin yakınındaki bir duraktan
minibüse bindik. Minibüsünün camında kocaman
puntolarla şoförün cep numarası yazıyordu, fazla
umursamadık ama göze batıyordu; beni ara, diye
bağırıyordu resmen. İneceğim yere yaklaşınca şoförün
numarasını cevirdim, "Müsait bir yerde bırakır misin
abi?" dedim. Adam afalladı, asıldı frene.
Minibüs yarıldı gülmekten. 
* Ankara'da, cok sıcak bir gunde, dolmuştaki bir kokona yelpazesiyle
- "Şöfeer bey klimayı acar mısınız cok sıcak olduu" demisti. Pala bıyıklı
şöfer amca teyzeyi bi sure suzdukten sonra, kapıyı acıp acıp kapatmaya
basladı, ki ondan sonra dolmuşca yarıldık zaten. 
* Şişli- sarıyer minibüsü sene 98 yada 99 amcam leventten gecip maslağa
doru gelirken tükürüccee tuttu.. kafayı sola cevirip tüüüüghhh die salladı
ama odane..cam kapalı..

*Bir gün minibüste gidiyorum adamın birini cep telefonu çaldı o da açtı
konuştu, şöför ona bağırdı kardeşim cep telefonunu kapa diye, adam da niye
senin minibüsünde abs yok ki dedi, minibüscü de herhalde çok içerlemiş
olacak bu duruma motor hararet yapıyo dedi. Bütün herkes kırıldı gülmekten.

*Oğlum bu Eminönü'nden geçer mi?
- Yok teyze biz Taksim'e çıkıyoruz.
- Hah tamam oğlum siz gidin ben gelmeyeceğim.

*Yolcu:
- Abi Heykel'e çıkıyo mu?
Şoför:
-Yok abi, yanından geçiyo.
* Başıbüyük mü?

- Evet, başıbüyük.

- Ne zaman kalkar?

- Sen oturursan kalkar bacım.

- Kaç vericem?

- 800. 



*Adamın biri, Pejo marka bi minibüs alır.
Sonraki gün yolcu taşımaya çıkar. Minibüs tıklım tıklım,
tutar kasabanın yolunu ve gittikçe hızlanır.

Yolculardan biri:

-"Kaptan yavaş..bir yere çarpacaz!" der.

Şoför:

-"Sen Pejo'yu biliyon mu?" der.

Yolcu:

-"Hayır!" der.

Şoför:

-"O zaman susacan" der ve devam eder.
Minibüs hızlanmaya devam eder..

Bir yolcu daha seslenir:

-"Oğlum ben hastayım, biraz yavaş!"

Şoför yine sorar:

-"Sen Pejo'yu biliyon mu?"

Amca ne bilsin,

-"Hayır!" der.

-"O zaman susacan der" şoför..

Bu kez bir kadın seslenir:

-"Hamileyim! Lütfen biraz yavaş, çocuğumu düşürcem !!"

Şoför yine sorar:

-"Sen Pejo'yu biliyon mu?"

Kadın:

-"Yok!" der.



Şoför yine aynı cevabı verir..

Arkadan kızgın bir ses tonuyla bir genç seslenir:

-"Yavaş git kardeşim, öldürcen bizi !!!"

Şoför yine sorar:

-"Sen Pejo'yu biliyon mu?"

Genç:

-"Biliyorum lan, ne olacak??" der.

Şoför:

-"O zaman çabuk söyle, bunun freni nerde?
"

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Alışkanlıklar...




Bir gün bir psikiyatriste 30 yaşlarında bir adam geldi. Adam o yaştaki insanlarda nadir görülebilecek bir halden muzdaripti.

“Baş parmağımı emmeden duramıyorum” diye şikâyet ediyordu.

Psikiyatrist, hastasını dinledikten sonra “fazla kaygılanmana gerek yok” dedi. “Yalnız her gün başka bir parmağını em.”

Bu tavsiyeye fazlasıyla şaşırsa da hasta denileni yaptı. Fakat elini ağzına her götürdüğünde bilinçli bir karar vermesi gerekti. Doğruya o gün sıra hangi parmaktaydı? Daha hafta dolmadan psikiyatristin kapısını çaldı. Alışkanlığını terk edebilmişti. Hastasının anlattıklarını gülümseyerek dinleyen psikiyatrist, daha sonra şöyle dedi :

“Bir kötü yanımız alışkanlık haline geldiğinde onunla başa çıkmak zorlaşır. Ama bu alışkanlık yeni tutumlar edinmemizi, yeni kararlarda ve tercihlerde bulunmamızı gerektirdiğinde, onun bu çabaya değmediğini anlayıveririz. Ve ondan kurtuluruz.”

“Hayatta işlediğimiz hataların çoğu düşünmek gerektiği yerde hislerimizle, hissetmek gerektiği yerde düşüncelerimizle karar vermemizden kaynaklanır."
John Golbins

27 Ağustos 2013 Salı

OKUMUYORUZ ÇÜNKÜ...





1-Anamızın karnından her şeyi bilerek çıktığımız için...
2-Atalarımıza layık olmaya çalışıyoruz. Onlar da okumazlardı.
3-Çok zeki olduğumuz için okumaya gerek duymuyoruz.
4-Okumuşluk genellikle pek bir işe yaramıyor.
5-Onları yazanların daha iyi yaşamadıklarını bildiğimizden ötürü...
6-Paranın yolu kitaptan geçmediğinden...
7- !!!???.......
8-Sıkıcı geliyor...
9-Birinin yazdığı ötekini tutmuyor.
10-Okul çoktan bitti yine mi okuyacağız?
11-Kim okuyor ki?
12-Yolunu bulan okumadan da pekala buluyor...
13-Zaman yok!
14-Ölümlü dünyada o kadar kafa patlatmaya değmez.
15-Okuyan züppelik etmek için okuyor, boş ver...
16-Zavallı kardeşimin başına ne geldiyse hep okumaktan geldi...
17-Hepsinin yazdığı yalan...
18-Kitap insanin kafasını bozuyor...
19-Delikanlılığı bilmek yeter, gerisi fasarya...
20-Okumuşları görüyoruz çoğu borç içinde...
21-Mangır yoksa okumuşsun ne olacak?
22-Bakkalla fırıncı kaç kitap okuduğunu sormuyor...
24-Ne var ki okumaya değecek?
25-Katını alıp, arabanı altına çektikten sonra okusan ne yazar okumasan ne yazar?
26-Gazete okurken bile uykum geliyor.
27-Okursak başımız göğe mi erecek?
29-Diplomayı alır almaz hepsini yakacaksan kitapların...
30-Karı dırdırıyla çocuk zırzırından vakit kalmıyor...
31-Ne okuyacağımızı bilmiyoruz ki...
32-Bizim bi ahbap vardı okumaktan kafayı yedi...
33-Hayat bizim canımıza okurken, canımız okumayı nerden çekecek?
34-Kirayı düşünmekten, ne okumaya kalksam bir türlü kafama girmiyor...
35-Televizyon yetiyor bize...
36-Evde oturup kitap inekleyeceğimize, gider kahvede pinekleriz daha iyi...
37-Hepsi ahlaka mugayir şeyler aslında...
38-Kitap insanın beynini sulandırır be...
39-Kaç okumuşu cebimizden çıkarırız evelallah...
40-Okuyarak su-elektrik paralarını ve bakkala borçları ödeyemem...
41-Bu maddelerin de tamamını okumadığınızdan eminim 


23 Ağustos 2013 Cuma

Avrupa ve Amerika'da 2-9 yaş çocuklara Tanrı'ya ilişkin düşüncelerini sormuşlar.


İşte o çocuklardan “Tanrıya Mektuplar”…

Sevgili Tanrım,
Tamam incil’de öbür yanağını çevir dedin biliyorum; ama kardeşim gözüme vurunca ne yapacağım? Sevgiler.
Teresa -5 yaşında

Sevgili Tanrı,
Sahiden var mısın? Bazıları buna inanmıyor: Eğer varsan gecikmeden bir şeyler yapmanda fayda var.
Harriet Ann -6 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Bende senin dışında bütün liderlerin resmi var.
Norman -6 yaşında-

Sevgili Tanrım,
Oğlanlar kızlardan daha mi üstün? Biliyorum sen de onlardansın ama gene de dürüst olmaya çalış.
Sylvia -5 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Kitabını okudum ve beğendim. Bütün o fikirler nereden geldi aklına?
John -8 yaşında-

Sevgili tanrı, öğretmen günlerin önce kısaldığını, sonra uzadığını söyledi. Artık bir karar vermelisin.
Mindy

Sevgili tanrı yeni öyküler yazamaz mısın? Yazdıklarının hepsini okuyup, bitirdik ve yeniden başa döndük.
Terry

Sevgili Tanrı,
Şu andaki eksiklerimi yazıyorum: Yeni bir bisiklet, bir kimya seti, köpek, film makinesi, beyzbol eldiveni. Hepsini gönderemezsen birazı da olur.
Seni seven Eric -5 yaşında-
Not: Noel Baba’nın olmadığını biliyorum.

Canım canım Tanrı,
Astronotları öyle yukari firlatip fırfır döndürmelerinden ödüm kopuyor. N’olur onların bizim evin çatısına düşmelerine izin verme.
Dostun Norman -4.5 yaşında-

Sevgili Tanrım,
İnsanlarin ölmelerine izin verip yenilerini yapmak yerine neden elindekileri tutmuyorsun?
Jane -6 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Lütfen bana bir midilli gönder. Senden şimdiye kadar hiçbir şey istemedim. Bunu da herhalde unutmazsın.
Bruce -4 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Babam çok aksi. Onu bu huyundan vazgeçirmeni istiyorum. Ama lütfen canını yakma. Sevgilerle.
Martin -5 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Bulutlardan biri yüzünü öyle korkunç yaptı ki ödüm koptu. N’olur söyle ona bi’ daha öyle yapmasın.
Ellen -3 yaşynda-

Sevgili Tanrı,
Eğer hiç kimse bilmeyecekse iyi olmanın ne yararı var?
Mark -8 yaşında-

Tanrı’cım,
Üst kattakiler durmadan bağıra çağıra kavga ediyorlar. Bence yalnızca çok iyi arkadaşların evlenmesine izin vermelisin.
Nan -5 yaşında-

Sevgili Tanrım,
Ne diye bu kadar çok insan yarattın. Başka bir dünya daha yapıp fazlalıkları oraya koyamaz mısın?
J.B. -7 yaşında-

Tanrım,
Insanlara ruhları her zaman doğru mu dağıtıyorsun? Yanlış yapabilirsin.
Audrey -8 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Sen tuhaf ne yaparsan yap herkes hayran oluyor; ama ben ufacık bir şaka bile yapsam yiyorum fırçayı.
Jodie -6.5 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Bizi hiç merak etme çünkü bizimkiler çok dindar.
Teddy -9 yaşında-

Tanrım,
Şişman olunca kimse senin arkadaşın olmak istemiyor.
Billy Jean -9 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Zürafaların görünümünü isteyerek mi böyle yaptın, yoksa yanlışlıkla mı oldu?
Norman -4 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Tanrı oldugunu nasıl bilebildin?
Charlene -3 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Senin yaşına geldiğimde tıpkı senin gibi olmak istiyorum. Tamam mı?
Tommy -4 yaşında-

Sevgili Tanrım,
Eğer Tanrı ben olsaydım bu kadar iyi olmazdım. Bunu aklından çıkarma.
Michelle -6 yaşında-

Sevgili Tanrı,
Kiliseye sözüm yok ama kuşkusuz daha iyi müzikler kullanabilirsin. Umarım yazdıklarıma kırılmazsın.
Ayrıca bir kaç yeni şarkı yazamaz mısın?
Dostun Barry

Sevgili tanrı,
Şu plastik çiçeklere kafan bozulmuyor mu? Eğer gerçeklerini yapan ben olsaydım çıldırırdım.
Lucy

Sevgili Tanrı,
Geçen hafta New York’a gittiğimizde Saint Patrick kilisesini gördüm. Bayağı güzel bir evde oturuyorsun.
Frank

Sevgili Tanrı,
Evet, ben anlaşmamızın yarısını yaptım bakalım. Bisiklet nerde kaldı?
Bert

Canım tanrı.
Kucaklaşmayı sen mi buldun? Çok güzel bir şey.
Brenda

Sevgili tanrım, niçin hiç TV’ye çıkmıyorsun?
Kim

Niçin daha sonra yeni hayvanlar bulup göndermedin? Hala eskileri ortada dönüp dolaşıyorlar.
Johny

Sevgili Tanrı,
Şu hergün ezip durduğumuz karıncaların umarım senin için özel bir önemi yoktur.
Dennis.




22 Ağustos 2013 Perşembe

Amentü







İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
kararmış rakamların yarıklarından sızarak
bu söz yüreğime kadar alçaldı
damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı
aşk için karnıma ve göğsüme
ölüm için yüreğime sürdüğüm eczâ uçtu birden
aşk ve ölüm bana yeniden
su ve ateş ve toprak
yeniden yorumlandı.

Dilce susup
bedence konuşulan bir çağda
biliyorum kolay anlaşılmayacak
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın
yanık yağda boğulan yapıların arasında
delirmek hakkını elde bulundurmak
rahma çağdaş terimlerle yanaşmak için
bana deha değil
belgeler gerekli
kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza
gençken
peşpeşe kaç gece yıllarca
acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım
bilmezdim neden bazı saatler
alaturka vakitlere ayarlı
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
yazgı desem
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
Tokat
aklıma niye gelmezdi
babam onbeşli olmasa.

Meyan kökü kazarmış babam kırlarda
ben o yaşta koltuğumda kitaplar
işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı
cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları
kafamda yasak düşünceler, Gide mesela.
Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm
her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana
gecenin anlamı tıkansın diye ıslık çalar
resimli bir kitaptan çalardım hayatımı
oysa hergün
merkep kiralayıp da kazılan kökleri
Forbes firmasına satan babamdı.

Budur
işte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku
işte şehirleri bayındır gösteren yalan
işte mevsimlerin değiştiği yerde buharlaşan
kelepçeler, sürgünler, gençlik acılarıyla
güç bela kurduğum cümle işte bu;
ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan
tenimin olanca ağırlığı yok oldu.
Solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak
bile bir bir çınlayan
ihtilal haberidir
ve gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş oluşu
nisan ayları gelince vücudu hafifletir
şahlanan grevler için kahkahalarım küstah
bakışlarım beyaz bulutlara karşı obur
marşlara ayarlanmak hevesindeki sesim
gider şehre ve şaraba yaltaklanarak
biraz ağlayabilmek için
fotoğraflar çektirir
babam
seferberlikte mekkâredir.

İnsanın
gölgesiyle tanımlandığı bir çağda
marşlara düşer belki birkaç şey açıklamak
belki ruhların gölgesi
düşer de marşlara
mümkün olur babamı
varlık sancısıyla çağırmak:
Ezan sesi duyulmuyor
Haç dikilmiş minbere
Kâfir Yunan bayrak asmış
Camilere, her yere

Öyle ise gel kardeşim
Hep verelim elele
Patlatalım bombaları
Çanlar sussun her yerde

Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere:Tanrı uludur Tanrı uludur
polistir babam
Cumhuriyetin bir kuludur
bense
anlamış değilim böyle maceralardan
ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur
yalnız
coşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan
nüfus cüzdanımda tuhaf
ekmek damgası durur
benim işim bulutlar arşınlamak gün boyu
etin ıslak tadına doğru
yavaş yavaş uyanmak
çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
hırsız cenazelerine bine bine
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
korkak dualarından cibinlikler kurarak
dokunduğum banknotlardan tiksinmeyi itiraz
nakışsız yaşamakları
silâhlanmak sayarak
çıkardım
boğaza tıkanan lokmanın hartasını
çıkınımda güneşler halka dağıtmak için
halkı suvarmak bin saçlarımda bin ırmak
ıhtırdım caddeleri meğer ki mezarlarmış
hazırmış zaten duvar sıkılmış bir yumruğa
fly Pan-Am
drink Coca-Cola

Tutun ve yüzleştirin hayatları
biri kör batakların çırpınışında kutsal
biri serkeş ama oldukça da haklı.
Ölümler
ölümlere ulanmakta ustadır
hayatsa bir başka hayata karşı.

Orada
aşk ve çocuk
birbirine katışmaz
nasıl katışmıyorsa başaklara ağustos sıcağı
kendi tehlikesi peşinden gider insan
putların dahi damarından
aktığı güne kadar
sürdürür yorucu kovalamacayı.

Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
Nerde, hangi yöremizde zihnin
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?
Hangi cisimdir açıkça bilmek isterim
takvim yapraklarının arasını dolduran
nedir o katı şey
ki gücü
gönlün dağdağasını durultacak?
Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerkederek
varoldum kayrasıyla Varedenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.
İMKANIN SINIRLARINI GÖRMEK İÇİN İMKANSIZI DENEMEK LAZIM

İsmet Özel   

21 Ağustos 2013 Çarşamba

ANLAMLI BİR HİKAYE. ÖFKELENİNCE NEDEN BAĞIRIRIZ ?


Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız? ” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “ Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi
takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”


19 Ağustos 2013 Pazartesi

Mevlevi ile Bektaşi

Günün birinde yolu bir dergâha düsen kendi halinde bir adam, dergâhta, bir Mevlevi ile bir Bektaşi”nin sohbet ettiklerini görünce yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, izlemek için geldiğini söyler. Erenler başlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışır. Adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giysilerine takılır. Mevlevi’nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de kapatmaktadır. Bektaşi’nin kıyafetinde ise tam tersi bir durum vardır. Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır. Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister. Büyük merakla, önce Mevlevi’ye sorar:

Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun; bunun özel bir sebebi var mı?”

Mevlevi hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır. İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire sekline getirir ve şöyle der:
Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz.  Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız.

Yanıttan oldukça hoşnut olan adam ayni merakla bu kez Bektaşi”ye döner:

Peki ya siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa? Siz insanların günahları ve ayıplarını örtmez misiniz?

Bektaşi kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der:


Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur. Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz.

18 Ağustos 2013 Pazar

‘küçük’ deyip geçmeden önce, ne kadar ‘büyük’ sonuçlara varabileceğini düşünelim.



Küçük bir beden, çoğu kez büyük bir ruha yataklık edermiş.
-Ufak balıklar daha lezzetli olurmuş.
-Ateşe küçük odunlar atılırsa alevler artarmış, büyük odunlar alevi söndürebilirmiş.
-Her küçük şey mutlaka bir işe yararmış.
-Sağanak dediğimiz, küçük damlalardan ibaretmiş.
-Ufacık bir yağmur,kocaman bir toz bulutunu yok edebilirmiş.
-Muazzam bir aydınlık, küçük bir delikten görünebilirmiş.
-Küçük bir saman çöpü, rüzgarın yönünü gösterebilirmiş.
-Bütün bir hasat,bir kıvılcım yüzünden elden gidebilirmiş..
-Büyük bir geminin batmasına, küçük bir delik yetermiş.
-Çok veren malından, az veren canından verirmiş.
-Yükte hafif olmak, pahada ağır olmaya engel değilmiş.
-Deve büyükmüş ama ot yermiş, şahin küçükmüş ama et yermiş.
-İnsan küçük bir adama iyiliği dokunduğu zaman cömertliği öğrenebilirmiş. Büyük adama iyilik ederse öğreneceği şey, ızdırap olurmuş.
-Büyük makinaları küçük çarklar çalıştırırmış.
-Büyük adamın büyüklüğü devam ediyorsa bunun sebebi; onun küçük adamlara gösterdiği özenmiş.
-Bazen büyük bir aşşkı başlatan, küçük bir gülümseme imiş.
-Büyük yazıları yazmak için küçük noktalar, virgüller gerekirmiş.
-Büyük olaylar kolay unutulsa bile, sevdiğinle geçen küçük an’lar unutulmazmış.
-Simite lezzetini veren küçük bir susam tanesi imiş.
-Ulu bir çınarın veremediği kokuyu,küçük bir papatya verebilirmiş.
-Büyük paralara alınan hediyelerin sağlamadığı mutluluğu, küçük bir bakış sağlayabilirmiş.
-Küçük sevinçleri bilmeyenler, büyük keyifler yaşayamazmış.
Öyleyse ‘küçük’ deyip geçmeden önce, ne kadar ‘büyük’ sonuçlara varabileceğini düşünelim. Küçük bir damlayı, bir gülümsemeyi, noktayı, virgülü, bir ağacın dibinde biten gülü, bir susam tanesini, sevgilinin sesini hafife almayalım. Küçük dediklerimizin aslında ne kadar büyük olabileceklerini, onların yokluğunu beklemeden fark edelim. Çünkü yanımızdayken değerini bilmediğimizi, bildiğimizde bulamayabiliriz.

Çıkınınızda; küçük bir gülümseme, bir yağmur damlası, bir papatyanın kokusu, üç noktanız, unutulmaz küçük bir anınız hep olsun. Küçük de olsa varsın olsun. Çünkü o küçük çıkınlar nasılsa bir gün, büyük denkler olacaktır. Yeter ki, sabretmeyi ve biriktirmeyi bilelim küçük küçük…

17 Ağustos 2013 Cumartesi

GİDERKEN



GİDERKEN
Bilerek mi yanına
almadın giderken
başının yastıkta
bıraktığı
çukuru
Güveniyordum
oysa ben sevgimize
vapur iskelesi
ya da tren istasyonundaki
saatin doğruluğu kadar
Beni senin gibi
bir de annem terketmişti
ki göbeğimde durur
onun yokluğundan
bana kalan
çukur ..

Sunay AKIN

16 Ağustos 2013 Cuma

Hayatın %10'u , başınıza gelenlerden oluşur



Hayatın %10'u , başınıza gelenlerden oluşur.

Hayatın diğer %90'ı ise sizin bu başınıza gelenlere nasıl davrandığınızla gelişir.

Ailenizle kahvaltı yapıyorsunuz. Kızınız, çay fincanına çarpıyor ve bir fincan çay gömleğinizin üzerine dökülüyor.

Biraz önce olan olay üzerinde hiç bir kontrolünüz yok. Sonradan olacaklar ise sizin davranışınıza göre belirlenecek:

Lanet ediyorsunuz. Çayı üzerinize döktüğü için kaba bir şekilde kızınızı azarlıyorsunuz.

Kızınız üzülüyor ve ağlamaya başlıyor.

Kızınızı azarladıktan sonra eşinize dönüyor ve çay fincanını masanın kenarına çok yakın koyduğu için eleştiriyorsunuz. Bunu kısa bir sözlü tartışma takip ediyor.

Öfkeyle odaya gidiyorsunuz ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz.

Odadan çıktığınızda kızınızı, ağlamaktan dolayı kahvaltısını bitirememiş ve okul için hazırlanamamış bir halde buluyorsunuz.

Kızınız servisi kaçırıyor.

Eşinizin işe gitmek için hemen çıkması gerekiyor. Hemen aceleyle arabanıza koşuyorsunuz ve kızınızı okula bırakmak üzere hareket ediyorsunuz.

Geç kaldığınız için, saatte 40 km hız sınırlaması olmasına rağmen saatte 80 km hızla gidiyorsunuz.

15 dakikalık gecikmeden ve hız limitini aştığınız için ödediğiniz 83 milyon trafik cezasından sonra okula ulaşıyorsunuz.

Kızınız size "Hoşça kal" demeden binaya koşuyor.

İşyerinize 20 dakika gecikmeyle geliyorsunuz ve evrak çantasını evde unuttuğunuzu anlıyorsunuz.

Gününüz korkunç bir şekilde başladı!

Devam ettikçe, kötüleşiyor, daha da kötüleşiyor sanıyorsunuz. Eve gitmeyi dört gözle bekliyorsunuz.

Eve ulaştığınızda eşiniz ve kızınızla olan ilişkilerinizde araya sıkıştığınızı sanıyorsunuz.

Neden? Sabahleyin nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak!

Neden kötü bir gün geçirdiniz?

A) Çay sebep oldu  Kızınız sebep oldu
C) Polis sebep oldu
D) Siz sebep oldunuz

Cevap "D" şıkkı.

Çayın dökülmesinde sizin bir kontrolünüz yoktu.

Sizin gününüzün kötü geçmesine o 5 saniye içindeki davranışlarınız sebep oldu.

90/10 Sırrını keşfedin

Olabilecek ve olması gereken ise şöyleydi.

Üzerinize çay döküldü.

Kızınız ağlamak üzere.

Siz nazikçe

"Tamam tatlım, bir dahaki sefere biraz daha dikkatli olman gerek" diyorsunuz.

Havluyu kaptığınız gibi odaya gidiyorsunuz.

Gömleğinizi değiştirip, evrak çantasını aldıktan sonra odadan çıkıyorsunuz ve ayni anda pencereden kızınızın otobüse bindiğini görüyorsunuz.

Kızınız geri dönüp el sallıyor. Siz ve eşiniz işe gitmek için birlikte çıkıyorsunuz.

5 dakika önce işe geliyorsunuz ve çalışma arkadaşlarınıza neşeli bir şekilde selam veriyorsunuz. Patronunuz ne kadar güzel bir günde olduğunuz hakkında konuşuyor.

Farka bakın!

İki farklı senaryo.

İkisi de ayni başladı.

İkisi de farklı bitti.

Neden?

90/10 sırrı inanılmazdır!

Çok azımız bunun farkındadır.

Sonuç?

Pek çok insan gereksiz yere stresten, dertlerden, problemlerden ve başarısından acı çekmektedir.

Bu sır nedir?

Hayatın %10'u, sizin başınıza gelenlerden oluşur.

Hayatin diğer %90'na ise sizin bu başınıza gelenlere nasıl davrandığınızla karar verilir.

İnsanlar anlamsız şeyler söyler ve yaparlar.

İnsanlar hasta olurlar.

Arabalar bozulurlar, uçaklar geç kalır ve bütün planlarımızı alt üst ederler.

Trafikte bir sürücü canımızı sıkabilir v.s.

Bu %10'luk kısım tamamen bizim kontrolümüz dışında gerçekleşir.

Diğer %90'lık kısım farklıdır.

Bunu siz belirlersiniz.

Nasıl?

Olaylara yaklaşımınızla!

Nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak.

15 Ağustos 2013 Perşembe

'Titremene gerek yok, kral değilim. Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben.'' Hz. Muhammed (s.a.v.)







Mekke'nin fetih günüydü... Bir adam Resulullah'ın yanına yaklaştı. Korkudan, heyecandan titriyordu...
"Mekke'nin fetih günüydü...

Bir adam Resulullah'ın yanına yaklaştı. Korkudan, heyecandan titriyordu.
Resulullah da gördü adamın bu halini ve dönüp seslendi: " Titremene lüzum yok, ben kral değilim "
Ve ardından dedi ki; " Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben."
Bu hadisi her okuyuşumda sarsılırım.

Düşünün...

Mekke'yi fetheden kuvvetlerin başındaki kişinin ve Peygamber'in önünde titremez de insan, kimin önünde titrer? "
İktidarı olağanüstüleştirme " insanlık tarihi kadar eski bir hikâyedir çünkü..
Hatta geçmek bilmeyen bir hastalıktır.

Güçlülerin, militerlerin, kendine soy sop iktidarı ve havası yaratanların, en sıradan makamların sahiplerinin önünde korkar, ezilir, büzülür, titrer insan..

Ya bugün?

Popüler şöhret denen şeyden bir parça nasiplenmiş kişilerin bile yanına yanaştığında titremeye kapılıp ağzını açamayanları görürsünüz.
Nedir Peygamber'i böyle davranmaya, böyle söylemeye iten?
İlk akla gelen hep tevazu kavramı olur bu durumlarda.
Tevazu deyip geçmek doğru olur mu?
Hayır! Yanlış olur.

Hele tevazuyu alçakgönüllülük veya kendini küçültme olarak ele alıyorsanız, bu iyice yanlış olur.
Çünkü " Titremene lüzum yok, ben kral değilim " diyen Hz.Muhammed, unutulmamalıdır ki, Adem Aleyhisselam'dan beri Peygamber olduğunu, yani " fark "ını hep dile getirmiştir.
Burada vurgulanan şey...

İsmet Özel'in sözleriyle " kralın ve krallığın çarpıklığıdır ." (40 Hadis, İsmet Özel. 2005, Şule Yayınları.)
Daha doğrusu, âlemde " kral olma "nın; saltanat kurup, saltanat sürmenin çarpıklığı dır burada altı çizilen, hiç kuşku yok!
" Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben " sözüne gelince...
Nasıl da ürperticidir!

Elbette bu meselelerin acemisi ve ilahiyatçılara hem saygı duyup hem de kibirlerinden ürken biri olarak altından kalkamayacağım kadar ileri gitmek istemem.

Ama Peygamber'in bu sözünde tatlı bir dalga geçmeyle, derin bir "hakikat"in bir arada bulunuşunun beni çok etkilediğini söylemeliyim.

Belli ki, yanında tir tir titreyen adama şunu hissettirmek istemiştir.
Demek istemiştir ki...

Peygamberim, farkım bu..
Başka farkım yok.

Sen ve ben insanız.
Beni sana üstün kılacak, ne soy sop, ne kavim ne de bir iktidar bağı olamaz.

Çağın bütün frekanslarına, bütün sorunlarına, bütün tatlarına açık biriyim.
Ama aynı zamanda bu coğrafyanın, bu tarihin, bu manevi iklimin insanıyım.
Yazım, sözüm, fikrim ve duygularım nasıl o iklimden ve o iklimin meselelerinden uzak durabilir ki!
İstedim ki, okurlarıma Peygamber'in (pek öne çıkmamış) bir sözünü hatırlatayım.
Belki bu noktadan başlayarak..

İslam ve ırkçılık; İslam ve hiyerarşi; İslam ve iktidar; İslam ve eşitlik konularını bir daha düşünme şevki doğar içimizde!

Selam olsun 'kuru et yiyen kadının oğlu'na! _haşmet babaoğlu 

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Geleceğe Umutla Bakmak



Bir  odada dört mum sessizce yanıyormuş.O denli derin bir sessizlik hüküm sürüyormuş ki odada, dört mumun fısıltılı bir biçimde birbirleriyle konuşmaları bile duyuluyormuş.
Birinci mum: “Ben barışım!” dedi. “Artık kimse benim ışık saçmama yardımcı olmuyor. Çevrem kan ve silah kokuyor. Kavgalar ve savaşlar, masum insanların ölümüne neden oluyor. Bu durumda yanık kalmamı isteyenler azalıyor. Artık sönmek üzereyim …” deyip sessizce  ışığını söndürüp karanlığa gömüldü.
İkinci mum:”Ben bilgiyim!” dedi.”Ama artık gerekli olduğuma inanmıyorum. Yanık kalmamın da bir değeri kalmadı. Bilenler incitiliyor, bilgi sahipleri her geçen gün daha farklı sıkıntılarla karşılaşıyor. Özgür değilim, bilgiler özgür değil, tutsak ediliyor, cezalandırılıyor, önemsenmiyor. Cehalet ve bilgisizlik daha çok pirim yapıyor. Alkışlanıyor .rağbet görüyor. Bu durum beni üzüyor….” diyerek hafif bir esintiyle ışığını söndürdü.
Üçüncü mum:”Ben sevgiyim” dedi. İnsanların yüreğinde derin izlerim var. Benimle engeller aşılır, sıkıntılar giderilir. Ben acı vermek için değil, iyilik ve rahmet için varım. İnsanlar beni unuttular, kenara itiyorlar. Kendilerine en yakın olanları bile sevmemeye başladılar. Oysaki sevgi,hayatın kalbidir.İncitmeyen bir bakıştır. Kırmayan kalptir. Ancak insanlar sevgiyi unuttular.Çıkara dayalı dostluklar oluşturdular. Bu durum beni üzüyor. Artık kendimi söndürmek zorundayım….” deyip sessizce söndü.
O sırada odaya aniden bir çocuk girdi. Üç mumun tamamen söndüğünü gördüğü vakit ağlamaya başladı. Dördüncü mum, yumuşak ve yatıştırıcı sesiyle çocuğa ağlamamasını söyledi; “Korkma!” Ben çevreme ışık saçtığım sürece ötekiler yeniden yanarlar. Ve onlar da çevreyi özellikleri doğrultusunda aydınlatmaya devam ederler. Çünkü Ben umudum…”

Gözleri parlayan çocuk ,umut mumunu alıp öteki mumları teker teker yakar. Ve oda eski aydınlığına kavuşur.

Yrd.Doç. Kahraman Arslan'ın Hayata Yön Veren Hhikayeler