31 Aralık 2013 Salı

Türklerde Yeni Yıl Ve Çam Ağacı Süslemesi



YILBAŞI
Yılbaşı kutlamalarının dinden çok, kültürle bağlantısı var ve insanlıkla yaşıt… Toplumsal olay ve olguların yazılı  başlangıcı Mezopotamya’da olduğuna göre, yeni yıl etkinlikleri de orada başlar. Yeni yıl ilk kez, günümüzden IV bin  yıl önce  Babil Kulesi’nde ilkbaharda kutlanmaya başlandı. Daha sonar Mısırlılar, çöl topraklarına hayat veren Nil’in taştığı Eylül ayında  kutlayarak sürdürdü. Milattan önce 46 yılında Roma’da Julius Sezartarafından kabul edilen ve günümüzde de halen kullanılan takvimle yeni yıl, Ocak ayının ilk günü olarak belirlendi. Jülyen takvimi bazı değişikliklerle günümüze kadar geldi. Romalılar  yılın ilk ayına, başlangıçların tanrısı,  kapıların koruyucusu Janüs (January) yani Ocak adını verdiler.
Tüm ülkeler, dinler ve kıtalar için  her alanda yeni bir başlangıçanlamı taşıyan yeni yıl, değişik gelenek ve törenlerle karşılanır. Tümünün ortak amacı ise, yeni yılın binbir umutla bolluk ve şans getirmesidir.
NOEL
Uzun süre Yılbaşı, Noel ile bağdaştırılarak, Hıristiyan geleneği diye kutlanması engellenmeye çalışıldı. Oysa Yılbaşı doğal bir olay,  Noel ise dinsel temalıdır. Bizans İmparatoru Konstantin (324-337) zamanında İznik'te toplanan konsülde, 22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan  Pagan Bayramı'nı İsa'nın doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve Noel Bayramı deniliyor. Batı kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık'ta kutluyorlarmış. Günümüzde Ortodoks ve Katolikler, 24 Aralık gününü Hz.İsa’nın doğumu(Noel), 6 Ocak gününü de Hz. İsa’nın vaftizi olarak kutlarlar.
Noel kelimesinin kökeni Latince natalis /doğum kelimesidir. Bir diğer iddiaya göre Noel kelimesi, Galya dilinde (Keltçe) yenianlamına gelen “noio” ile güneş manasına gelen “hel”in birleşmesiyle oluşmuştur ve “yeni güneş” anlamına gelmektedir. Noel kelimesi o devrin pagan toplumunda yeni yılın başlangıcında yapılan şenliklere ad olmuştur.  Roma İmparatorluğu döneminde halk, mutlu bir olayı karşılamak ve kutlamak için, duygularını“noel, noel” diye bağırarak dile getirirdi. Noel kelimesinin kökeni ile ilgili bir diğer açıklama ise Fransızca “haber” anlamındaki“nouvelle” kelimesinden geldiğidir. Noel ayrıca Almanca’da“kutsal gece” anlamındadır. Günümüzde başta İngilizce konuşan coğrafya olmak üzere bazı Batılı ülkelerde Noel anlamında kullanılan Christmas ve benzeri diğer kelimeler ise Yunanca Khristos (Mesih) ve Latince miss (yollanmış, gönderilmiş) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur.“Yollanmış, gönderilmiş” kelimelerinin, İsa’nın Son Akşam Yemeği’ndeki son sözlerini sembolize ediyor olabileceği düşünülmektedir.
NOEL BABA
Hıristiyanların Noel Baba dedikleri Aya Nikola, Antalya’nın Patara kasabasında Myra(Demre)’da yaşamış bir azizdir. Rumca’da Aya, aziz demektir. Avrupa’da Saint denir. Kudüs’e giderken çıkan bir fırtınayı dindirdiği için denizcilerin koruyucusu sayılır. Demre’de fakirlere, bilhassa çeyizi olmadığı için evlenemeyen kızlara yardım ettiği anlatılır. Kendisini gizlemek ve fakirleri rencide etmemek için gece fakirlerin evine girip para bırakırmış. Pataralı bir zengin fakir düşmüş; kızlarına çeyiz yapamayacak hale gelmiş. Aya Nikola, gece evinpenceresinden bir kese para bırakmış. Sabah büyük kız keseyi bulup sevinmiş. Diğer iki kızın çeyiz paralarını da pencereleri kapalı olduğu için bacadan atmış. Kese, kuruması için ocağa asılı çorabın içine girmiş. İkonalarda Aya Nikola bu sebeple elinde üç altın top tutarak resmedilir. Noel Baba’nın hediye atması içinocağa çorap asılması geleneği buradan kalmadır. Aynı iyi şansa ulaşma umuduyla bu gelenek, yüzyıllardır sürdürülmektedir.
Aya Nikola, Myra (Demre) kasabasına piskopos tayin edildi. Hazreti İsa’nın dinini yaydığı için çok işkencelere maruz kaldı, hapse atıldı. Burada 342 senesinde vefat etti. Haçlı Seferleri sırasında 1087 senesinde İtalya’nın Bari şehrinden tüccarlar azizin kemiklerini alıp memleketlerine götürdü; burada yapılan bazilikanın içinde gömdüler. Kemiklerin bir parçası bugün Antalya müzesindedir. Hazreti Muhammed’in gelişinden önce yaşadığı için, Müslümanlar kendisini salih bir mümin kabul eder.
Aya Nikola’nın Noel Baba haline sokulması ilk önce Almanya’da görüldü. Bu efsanevi gelenek zamanla Avrupa ülkelerinde yayıldı. Noel Baba’nın şişman, neşeli, kırmızı ve beyaz piskoposluk giysileri içindeki tasvirleri Amerikalılar tarafından gündeme getirildi. Noel Baba olarak bilinen Nikola’nın bazen yalnız, bazen yardımcısıyla ata binerek, bazen de sekiz Ren geyiğinin çektiği arabasıyla evlerin damlarında dolaştığı efsanesi yaygınlaştı.
İnanışa göre sırtında içi hediye dolu bir heybeyle dolaşan Noel Baba evlere bacadan girer ve armağanlarını uslu çocukların ayakkabılarının ya da şöminede asılı çoraplarının içine koyar. Noel Baba, “yaşayan” bir folklorik olaydır.
NOEL AĞACI
Yaprak dökmeyen ağaçların, ölümsüz yaşamın simgesi olarak benimsenmesi çok eskiye dayanır. Türkler, Çinliler, Mısırlılar, Avrupa’daki Pagan topluluklar ve Yahudiler  aynı düşünceyle bu ağaçlara dinî ritüellerinde yer vermişlerdir.
Süslü Noel ağacı geleneği en çok Almanya’da yaygındı. 1605’te başlayan çam süslemesi daha sonra Avusturya, İsviçre, Polonya ve Hollanda’da yayıldı. Göçmen Almanların Kuzey Amerika’ya XVII.asırda götürdükleri Noel ağacı, XIX.asırda moda oldu.Kraliçe Victoria döneminde, XIX.asır ortalarında Noel ağacı geleneği İngiltere’de yayıldı. Kraliçenin Alman asıllı eşi Prens Albert ülkesinin bu geleneğini İngilizlere benimsetti. Çam dallarına kâğıt zincirlerle asılmış güller, rengarenk kurdeleler, mum, şekerlemeler, kek ve meyveler ana süsleri oluşturuyordu.Japonya ve Uzak Doğu’ya XIX. ve XX. asırda Batılı misyonerlerin tanıttığı Noel ağacı geleneği, ince işlenmiş kağıt süsler, renkli fenerlerle donatılmaya başlandı.
Türkler bu geleneğe yabancı değildi. Çünkü Tarih Öncesine dayanan ağaç kültünde, Hayat Ağacı ve rengarenk çaputlarla süslenmiş Dilek Ağacı geleneği günümüzde de, Asya’nın en doğusundan Balkanlar’a kadar her yerde yaşamaktadır.
NOEL ASLINDA  TÜRKLER’İN NARDUGAN BAYRAMI!
Hıristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, aslında çok eskiden Türklerin kutladığı “Yeniden doğuş bayramı”dır. Bunu iki kültten öğreniyoruz; Hayat Ağacı ve Güneş…
*Türklerde Ağaç Kültü
Kült kavramı; yerel özellikler içeren dini törenler, töreler ve simgeleri kapsar. Ağaç kültü birçok doğa inançlarının barındırdığı animizmde, ağaçların saygı gösterilmesi gereken bir ruha sahip oldukları ve ağaçlara gösterilen saygının bereketi etkilediğine inanmaktan kaynaklanır.
Eski Türklerin ve Moğolların inancı Tengricilikte ve Kuzey Amerikalı yerli inançlarında, dünyanın merkezinde duran, yer ve gök alemini birleştirdiğine inanılan “Dünyalar Ağacı” vardır. Türklerin inanç sistemindeki Tanrı anlayışı ile Hayat Ağacı arasındaki benzerlikler var. Tanrı kâinatta var değildir, kâinatı yaratandır, tek hâkimdir, hiçbir şeye benzemez, canı veren de O’dur, alan da. Bununla birlikte Hayat Ağacı da tektir, canlıların hayat kaynağıdır, daima canlı ve diridir. Ağaç kültünün izleriOğuzlara kadar korunmuştur. “Bay Terek”, “Temir Kavak” , veya “Hayat Ağacı” denilen kutsal “Evliya Ağaç” inanışına benzer inançlara, sadece Türk Mitolojisinde değil, tüm Dünya mitolojilerinde rastlanır.
Türk Kültüründe Ağaç Kültü, bütün dünya kültürlerinde yaygın şekilde yer alan Hayat Ağacı motifine yoğunlaşmıştır. Türk boylarında Hayat Ağacı çeşitli adlarla anıldığı gibi, Yaratılış kökeni olarak Türk destanlarında da yer alır. Akçam denilen bu evliya ağaç yeryüzünün tam ortasında bulunuyor. Hayat Ağacı ve üzerindeki Kartal motifinin; Türklerde hayatın başlangıcını, ilk insanın yaratılışını; dünyadan uçmak ve ölmeyi de temsil ettiği,destanlar  ve mitlerde açıklanmıştır. Hayat ağacını motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.
Tanrı tarafından kut verilerek dünyayı yönetmekle görevlendirilmiş olan Türk hakanının bu görevi yerine getirmek için Hayat Ağacı’ndan nasıl güç ve kuvvet aldığı; Türk Kağanlarının mitolojik hayat hikâyeleri ve Türk Destanları’nda“Kurucu Hakan Soyu ve Hayat Ağacı” bağlantısıyla  bol bol karşımıza çıkar. Türk kültüründe göğün direğinin çadır direğiolarak nitelendirildiğini ve Türk hakanlarının cihan hâkimiyetianlayışını; “Güneş tuğumuz-bayrağımız; gök de çadırımız olsun.” cümlesi ile ifade etmiştir. Daha sonra Şaman davullarını dikey bir eksen olarak ortadan bölen kutsal sütun, göğün direğiolması ve Kuzey Sibirya Türklerinden Sahaların “Cırıbına Cırılıatta Kız Baxatıır” destanında göğün ulu direği tasvirinin geçmesi, Hayat Ağacı’ndaki göğün direği motifini açıklar.
Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlardan bahsederken, onların yüksek bir dağla yakınlıklarına değinir ve “gözlerine ulu görünen” büyük bir ağaca “Tankrı” dediklerini söyler. Derbent yakınlarında yaşayanKumukların dokunulmaz ve kutsal saydıkları ağacı, “Tenkrihan”olarak adlandırmış olması ve diğer birçok tarihsel bilgi, Türklerin gözünde “Ulu Ağaç”ın, Tanrı’nın ilahi vasıflarını taşıdığını gösteriyor. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin uykusuna girip, egemenliğinin nerelere kadar uzanacağını gösteren; üç kıtaya dal-budak salan ve budaklarının gölgesi dört bir yanı örten de ağaçtı... Rüyadaki ağaç motifi, Türk destan kültüründekiHayat Ağacına çok uygun düşüyor.
*Türklerde Güneş Kültü
Proto(Ön)-Türklerin inancında Güneş önemli bir yer tutar. Göğe büyük önem veren veGök Tengri’yi tanrılar tanrısı olarak gören Proto-Türkler; yer yüzündeki tüm canlılarınGüneş sayesinde yaşadıklarını, güneşsiz yaşamın olamayacağını; Güneşin doğuşu ile ortalığın aydınlandığını ve ısındığını, vahşi ve yırtıcı hayvanların inlerine çekildiklerini gözleyince, kadınların doğurganlığı ile güneş arasında bir ilişki kurmuşlardır. Zira, hem Güneş hem de kadınlar yeryüzündeki yaşamın devamını sağlamaktadırlar. Bu nedenle kadınlara önem verip, saygı göstermişlerdir.
Tek ve yaratıcı kudreti ifade için kutsal yerlere Güneş resmiçizilmiştir. Bu hiç bir zaman  Güneş’e taptıkları anlamına gelmez!.. Gökte ve yerde gördükleri en kudretli ve tek olan bu cismi, Yaradanın sembolü olarak kullanmışlar. Çünkü Güneş hayat verir, toprağı canlandırır, bitkileri yeşertir, insanları ısıtır, bazen de kurutur, öldürür. Sonsuz bir enerji kaynağıdır.

Günümüzde bile Uygurlar, dualarında "Ey Güneş’i ısıtan Tanrı!"derler… Yani "Güneş bizi ısıtıyor, ama biliyoruz ki, onu da birısıtan var." Bu anlayış Güneş Kültü’nün günümüze yansımasıdır.

*22 Aralık- Gece x Gündüz Savaşı
“Güneş, hayatın kaynağı olduğundan tüm insanlık için çok önemli. Türklerin inançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gündüz geceyi yenerek zafer kazanıyor.
Güneşin bu zaferini, yeniden doğuşu; Türkler büyük şenliklerle Akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıp, bayram olarak kutlanıyor. Bayramın adı Nardugan (nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan Güneş…
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.

Nardugan Bayramı için evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında
şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelir anlayışı hakim…
Akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş.
Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu daHunların
Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. Olayın Hz.İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok; Doğum, güneşin yeniden doğuşu!..” diye anlatır, Sümerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ…
HİNDİ
Hindinin, Noel ve yılbaşı ile hiç alâkası yoktur. Amerika’ya ilk gelen İngiliz göçmenler açlıkla karşılaşmış… Kızılderililerinyardımıyla çabuk yetişen mısır sayesinde felâketten kurtulmuşlar. Mısır hasadı yaptıklarında, Kızılderilileri de davet edip hindi ziyafeti verdiler. Kasım sonundaki bu günü Amerikalılar Şükran Günü  adıyla hâlâ kutlarlar.
Hindinin vatanı Amerika’dır. İlk gelenler bunu Hind Tavuğu sanmış; Hindi tavuğu o zamanlar Türklerin hâkimiyetindeki Batı Afrika’dan Portekizli gemiciler tarafından getirildiği için hindiye “turkey” denmiştir.  
Bir diğer söylenti ise; Amerika’nın keşfedildiği yıllarda Akdeniz ticareti levantenlerin elinde idi. Yeni kıtadan gelen hindiler de İngiliz halkına “Turkey Merchants” adı ile de bilinen “Levant Company” adlı şirket tarafından ulaştırılıyordu. Hatta bu sebepten levantenler İngilizce'de "Turkey merchants" (Hindi tüccarları) olarak da anılırdı. Türkler tarafından getirilen bu yeni kuşun adına da halk Turkey bird (Türk kuşu) veya Turkey cock (Türk horozu) ismini verdi. Aslında keşiften önce de yine Osmanlı denizciler tarafından İngiltere'ye getirilen Gine tavuğu da bir süre Turkey bird olarak anıldıysa da daha sonra bu karmaşa çözülmüştür.
Yeni Yıl kartları ilk kez Kraliçe Victoria döneminde gönderilmiş. Yeni Yılın simgesi sayılan bol tarçınlı kurabiyeler ise ilk kezAlmanya’da yapılarak dağıtılmış. Bu kurabiyelerin, Güney Doğu illerimizde Dinî bayram, Noel ve taziyelerde dağıtılan tarçınlı tatlı çörek İkliçe ile bağlantılı olduğu kuşkusuzdur…
*SONUÇ
Samiha Ayverdi, “Kendi milli varlığını dürbünün ters tarafıyla küçük görmeye başlayan bir milletin yabancı kültürlere kapılanması öldürücü darbedir.” der. Yılbaşı kutlamalarını, her şeyi yapabilme sanıp, çığırından çıkaranlarla; onlara  karşı çıkanların Türk kültüründen habersiz oldukları ortada… Yukarıda açıkladığımız gibi Noel’de, Noel Baba’da, Noel Ağacı ve gelenekleri de; Kültür ve Medeniyet’in diğer alanlarında olduğu gibi, DOĞU kaynaklı olup, çok sonra BATI’ya geçmiştir. Bugün BATI kültürü denilen çok şeyin özümüzde olduğu bir gerçek… Başkalarını rahatsız etmeden, her şeyi dozunda ve kararında yaptığımız, birbirimize hoşgörüyle baktığımız gün, Medenî sayılacağız… Misyonerlerin İncil arasına para koyarak Müslüman çocuk  ve gençleri avlamaya çalıştığı unutulmadan; Yılbaşı ağacına haç ve aziz tasvirlerinin konmasının inancımıza uymadığı, onların yerine hilal ve yıldız sembollerinin takılması tatlı dille telkin edilmelidir... 
İlk gençliğimin geçtiği Mardin’de Yılbaşı geldi mi ortalığı kaplayan tatlı telâşe, kara uygun beyaz yemeklerin pişirilmesi, çocuk ve gençlerin kar yığınlarını aşarak çok uzak mahallelerdeki evlerin kapılarını mani eşliğinde çalarak, hak gördükleri tatlıları(kuru üzüm,cevizli sucuk,pestil,ceviz,fındık,şekerleme) arkalarındaki çuvallara boca edip, evlerine dönmeleri; Millî Piyango çekilişleri sırasındaki sessizliği, küçük eğlenceleri, büyüklerden habersiz yenen kar helvalarını, Süryani evlerinden yayılan ikliçe kokusu ile parlayan renk renk mumların ışıltısını; ülkemin en uygar  şehri İzmir’de halâ hasretle anarım…
2011 YILINDA TÜM UMUTLARIMIZIN GERÇEKLEŞMESİ DİLEĞİYLE,
MUTLU YILLAR TÜRKİYEM!..
*Kaynakça
-Abdülkadir İnan : Eski Türk Dini Tarihi,İstanbul-1976
-Orhan Türkdoğan: Türk Tarihinin Sosyolojisi 1, Ankara-
-Pervin Ergun, Türk Kültüründe Ağaç Kültü, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2004.
-Ebru Çetiner : Yılbaşı Gelenekleri ve Yeni Yılın Hikâyesi,www.internethavadis.com
-Haluk Berkmen : Güneş Kültü ve Tanrıçalar, www.astroset.com
-Muazzez İlmiye Çığ : Yılbaşı bir Türk Geleneği!

26 Aralık 2013 Perşembe

Marangoz


Marangoz

YILLARIN marangozuydu. Saçlarını o küçük atölyesinde ağartmıştı. Eskisi kadar işi yoktu artık. Fabrika mamulü eşyalar piyasayı istila etmişti. El işi özel imalat meraklıları dışında kimse gelmiyordu dükkânına. Hani neredeyse birer sanat eseri olan masalar, sehpalar, kitaplıklar yapar, geçimini bununla sağlardı. En iyi tahtaları kullanır, görülmedik bir özenle çalışırdı.

Tahta mı gerekiyor, keresteciye mutlaka kendisi gider; ceviz, gürgen, çam cinsinden en iyi tahtaları bizzat seçip alırdı. Üzerlerinden en az bir yıl geçmedikçe bu tahtaları asla kullanmaz, kurumalarını beklerdi. Bu yüzden de yaptığı eserlerinde en küçük bir ayrılma, eğilme, bükülme olmazdı. İmal . ederken pek az çivi kullanırdı, “Demir çivi eşyanın ömrünü kısaltır” derdi.

İşinde gayet titizdi. Az konuşur, sorulan sorulara kısa cevaplar verir, ücret konusunda hiç pazarlık etmezdi. Tanıyanlar bilirlerdi bu huyunu, tanımayan müşteri gelir de fiyata itiraz ederse, sözü uzatmaz, “Ben hakkımdan fazlasını istemem” der, pahalı geliyorsa başka bir marangoza gitmesini söylerdi. Sinirliydi biraz, bu huyunu bilir, kimseyle tartışmamaya çalışırdı.

Sabah namazından beri çalışıyordu. Bir hayli yorulmuştu. Sipariş edilen bir masayı daha bitirdikten sonra, “Bugünlük bu kadar yeter” deyip oturdu. Kurban bayramına üç gün kalmıştı, kurbanlık alması gerekiyordu. “Bir bardak çay içeyim de ondan sonra giderim” dedi. Kendi kendine konuşurdu yalnız zamanlarında. Emektar aletleriyle sohbet ederdi bazen. Bunlar onun organları gibiydi.

İki dükkân ötedeki çay ocağına gitti, selam verip bir sandalyeye oturdu. Onun her zaman “orta açık çay” içtiğini bilen garson, sormaya bile lüzum görmeden getirdi çayını. Şekeri karıştırırken, kendisi gibi emektar ustalardan biri olan arkadaşı kapıda belirdi. Sonra da gelip yanına oturdu. Tornacıydı adam. Son zamanlarda iyice yaşlanmış, işini göremez olmuştu. Dalgındı, hüznün resmi mürtesemdi yüzünde.

Söz kurbandan açıldı, konuştular bir iki satır.

“Biraz sonra gidip kurbanlık alacağım” dedi marangoz.

Tornacı dalgın gözlerle marangozun yüzüne bakıyordu. Söyleneni işitiyor ama anlamıyordu. Marangoz farkına vardı bunun:

“Canın sıkkın” dedi.

“Evet.”

“Sebep?”

“Bir talebe var... Üniversitede okuyor.”

“Ne var bunda?”

“Önüm sıra yürürken birden yere yıkıldı çocuk.”

“Niye?”

“Kaldırdım hemen. Sebebini sordum. Önce söylemek istemedi. Israr ettim... Açlıktan başı dönmüş...”

“Kimi kimsesi yok mu peki?”

“Gurbet hali, bilirsin. Arkadaşları var gerçi. Bizim binanın bodrum katında kirada oturuyorlar. Hepsi memleketlerine
gitmişler.” 

“Bu niye gitmemiş?”

“Gidememiş. Para beklemiş ama gelmemiş parası. Ailesi fakirmiş anlaşılan, gönderememişler. Cebindeki üç beş kuruş da bitince aç kalmış. Kimselere söyleyememiş derdini.”

Marangoz şakaklarını ovdu bir süre. İri bir eli, nasırlı parmakları . vardı. Âdetiydi, canı sıkıldı mı iyice bastırarak alnını, şakaklarını, göz çukurlarını ovardı. Tornacıyı ilk kez görüyormuş gibi bakarak sordu:

“Sen ne yaptın peki?”

“Ne yapacağım” dedi Tornacı, “aldım eve götürdüm. Allah ne verdiyse beraber yedik. Lakin fazlasını yapamadım. Benim de meteliksiz zamanıma rast geldi. Kalktım buraya geldim, belki bir iş çıkar diye.”

“Çıktı mı peki?”

Tornacı “Nerde o eski günler!” dercesine elini sallayıp sustu. Önüne konan çayı karıştırmaya başladı. Şeker atmayı unutmuştu.

Marangoz da susuyordu. Bir yanda evde kurban bekleyen hanımı vardı, öte yanda parasızlıktan yere yıkılan bir garip talebe. Elini cebine attı, bütün parasını çıkarıp tornacıya uzattı:

“Götür ver!” dedi, “Söyle ona, memleketine gitsin.”

Tornacı hayretle baktı:

“Hepsini mi?”

“Hepsini.”

“Kurban alacaktın hani?”

“Allah kerim!” dedi Marangoz, başka da bir şey söylemedi.

Uzunca sustular. Tornacı parayı cebine koyup gitti. Marangoz da atölyeyi kapatıp evin yolunu tuttu. Yürüyerek gitmek zorundaydı, son parasını da çaycıya vermişti çünkü.

Evde, “Kurbanlık almadın mı Bey?” diyen hanımına da Tornacıya verdiği cevabı verdi:
“Allah kerim!”

Kadın başka soru sormadı. Tanırdı kocasını. Sessizce sofra hazırlamaya başladı.

İkinci gün tekrar atölyesine gitti Marangoz. İş elbisesini giyip tezgâhının başına geçti. Çam ve tutkal kokuyordu atölye. Yıllardır bu kokuyla yaşamıştı. Bu koku elbisesine de siner, her nereye gitse onunla gelirdi. Eline planyayı aldı, işe başlayacaktı ki kapıda bir adam . belirdi:

“Merhaba usta!”

“Merhaba!”

Adam eşikte duruyordu, arkası güneşe dönük olduğu için yüzü iyi seçilmiyordu. Marangoz tanıyamamıştı. Adam anladı durumu, bir iki adımda içeriye girdi.

“Beni tanıyamadın galiba.”

“Evet.”

“Üç ay kadar önce sana bir iş yaptırmıştım. Çalışma odam için masa, sehpa, kitaplık falan... Paranın bir kısmını
vermiş bir kısmını sonraya bırakmıştım. Şimdi hatırladın mı?”

“Hatırlar gibi oldum. Gebzeliydin galiba.”

“Evet... Ya usta, kusura bakma, parayı geciktirdim. Bir türlü yolum düşmedi buralara. Sen de arayıp sormadın.”

Cebinden bir deste para çıkartıp uzattı Marangoza:

“Buyur. Bayram yaklaştı, lazım olur. Hakkını helal et.”

Marangoz parayı alıp tezgâhın üstüne koydu.

“Buyur bir çay iç” dedi.

“Sağ ol usta, başka zaman. Arabayı çalışır vaziyette bıraktım. Bana müsaade.”

 Ustanın elini sıkıp gitti adam.

Marangoz parayı saydı.

Kurban bayramı için ayırıp da sonra Tornacıya verdiği paranın tam iki katıydı!

En küçük bir hayret ifadesi belirmedi yüzünde. Hafifçe gülümsedi . ve “Allah kerim!” dedi.

22 Aralık 2013 Pazar

KOZA...



Iyi kalpli, yalniz bir adam, bir gün bir koza bulur. Kozanin icinde kücük
bir tirtil vardir. Adam çok sever bu tirtili, onunla tüm yalnizligini, tüm
sevgisini paylasir.

Gel zaman git zaman tirtil büyür, güzel bir kelebek olur. Adam, kelebegine
hayran... birakamaz bir türlü... Aslinda kelebegin aklinda daglar, kirlar,
çiçekler vardir da; kiyamaz bir türlü adama ve sevgisine, yalniz birakamaz
onu... Üç günlük ömrünü sevildigi ve sevdigi yerde geçirmeye hazirdir...

Ama adam bilir ki; "Sevmek bazen vazgeçmeyi de bilmektir" ... Kelebegine
son kez bakar ve onu saliverir özgürlügüne, kirlarina, çiçeklerine
dogru...

Kelebek mutlu olmasina mutlu olur ama hiç bir meltem, hiç bir çiçek
yapragi adamin avucunun sicakligini andirmaz... Aklinda adam, o çiçek
senin bu çiçek benim dolasir saatlerce... Adam bir kelebege sevdali, bakip
durur bosluguna. Kelebekse hala konacak sicak bir avuç aramakta...

Böylece kelebek sunu anlar: BAZEN AIT OLDUGUMUZ YER ORASIDIR; SICAK BIR
AVUCTUR BILIRIZ AMA O YERIN BIZE AIT OLMA IHTIMALI BIR HIÇTIR ...
Böylece adam sunu anlar: HIÇ BIR SEVDAYI YALNIZCA SEVGIYLE YASATAMAZSINIZ
...

O günden sonra kelebek, adama duydugu özlemi gömecek bir dag aramaya
baslar, ama gücü tükenene dek arayis da bulamayinca anlar ki; HIÇ BIR DAG
BIR ÖZLEMI GÖMEBILECEGINIZ KADAR BÜYÜK DEGILDIR ...

Adamsa sevdasini koyar simsicak avuçlarina; kelebegin yerine...

Sevgili dostum; Herkes bir seyler yasar; iyi ya da kötü, dogru ya da
yanlis... Yasadiklarindan bir çikarim yaparak hayatina bir yol verir; ayni
zamanda düsüncelerine de...

Birak SEVGI seni bulsun...

15 Aralık 2013 Pazar

Banklar neler söyler....


ne zaman boş bir bank görsem aklıma beklemek gelir.ah bir de  yalnızlık duygusu .
kim bilir kimlerin yalnızlığını paylaşmıştır ,
kim bilir hangi sabırsız yüreğin beklemek anında ona yoldaşlık etmiştir !
ve kim bilir hangi hangi terk edilmiş anıları taşıyor tahtalarında...
her bank'ın kendine ait anıları vardır.
eğer bir park bankı ise  en çok ihtiyarları ağırlamıştır.yılların yorgunluğuyla bükülmüş bedenleri çöker talihsiz bankın üzerine.talihsizdir çünkü yalnızdır ihtiyar ve belkide "evde iş yapacağım ,hadi parka git" diyerek evden yollanmıştır.tüm hüznüyle ve yalnızlığıyla tahta banka sığınır ihtiyar.
kimi bank ise daha şanslıdır.kuytu bir yere yerleşmişse en çok aşıklar gelir ona.kıskanç kavgalara,nazlanmalara,gecikmiş sevgiliye söylenen sızlanmalara rağmen şanslıdır.aşıkların aşka dair tüm sözleri,kokuları sızar tahtalarına...
kimi banklar ise daha bir talihsizdir.onlar hastane bahçelerinin sessiz neferleridir.bazen yalnız hastaları,bazen sonuç bekleyen sabırsız hastaları ama çoğunlukla hastasını bekleyen refakatçıları ağırlar tahtalarında.onların tüm sabırsızlığı,korkuları ve umutsuzluğu siner tahtalarına.erkenden yaşlanır hastane bankı.umutsuzluk onu çürütmeye başlamıştır.
ama en vahimi yalnız kalan banklardır.onlar kimselerin artık gitmediği kıyı-köşelerde kendi hallerine terkedilmişlerdir.nadiren bir sarhoş ya da bir gönül adamı ziyaret eder bankın hüzün kokan oturağını.sevinir bank.nihayet işe yarayacaktır ve bir yoldaş bulmuştur.ama bilmez ki o ziyaretçi bilinçsizdir.hangi mutsuzluğun ya da acının anılarını sildiğini bilmeyen bu ziyaretçi gidecektir bir daha gelmemek üzere....

                                                                       alanay

11 Aralık 2013 Çarşamba

Hayatın İyi Tarafı



Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu birşey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile, "Bu adam, bu halde nasıl bu kadar iyimser olabiliyor" diye. Birisi nasıl olduğunu sorsa, "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep... "Bomba gibiyim".

Jerry bir doğal motivasyoncuydu. Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni.
Bir gün Jerryye gittim;
"Anlamıyorum" dedim, "Nasıl oluyor da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun, nasıl başarıyorsun bunu?".
"Her sabah kalktığımda kendi kendime, Jerry bugün iki seçimin var, Havan ya iyi olacak ya kötü derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda yine iki seçimim var; Kurban olmak ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, yine iki seçimim var; şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanını seçerim."
"Yok yahu" diye protesto ettim. "Bu kadar kolay yani"
"Evet kolay" dedi Jerry, "Hayat seçimlerden ibarettir.
Her durumda . bir seçim vardır. Sen, her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen, insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin."
Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırlardım.
Yıllar sonra Jerry"nin başına çok tatsız bir olay geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerryyi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış. Ben onu olaydan altı ay sonra gördüm. "Nasılsın?" diye sorduğumda, "Bomba gibiyim" dedi. "Bomba gibi..."
"Olay sırasında neler düşündün Jerry" dedim.
"Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm. Ya yaşamayı seçecektim ya ölümü, ben yaşamayı seçtim."
"Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi?"
"Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep "iyileşeceksin merak etme" dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana "Bu adam ölmüş" diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..."
"Ne yaptın?" diye merakla sordum.
"İri-yarı bir hemşire yanıma yaklaştı ve herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu.
"Evet" diye yanıt verdim. "Var..." doktorlar ve hemşireler, merakla sustular. Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım: "Benim kurşunlara karşı alerjim var!"
Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar, tekrar bağırdım... "Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin, otopsi yapar gibi değil..."
Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana iyi bir ders oldu.
Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim... Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu...


resim kaynak

5 Aralık 2013 Perşembe

Bir ayrılık öyküsü




(Basit bir öykü bu... Bir oğlun annesine erken vedasını anlatan bir aşk hikayesi... Tek çocukların ve tek çocuk annelerinin daha iyi anlayacağı bir yaşam tecrübesi...)


Tek çocuk olmak nedir, olanlar bilir. Ben onlardan biriyim.
İki kardeşseniz ikinize birer kazak alınır.
Tek çocuksanız anneniz iki kazak alır.
Biri siyah, öbürü beyaz...
Sevinçle önce siyahı giyip "Nasıl olmuş?" diye koşarsınız.
Anneniz ağlamaklı bakar:
"Beyazı beğenmedin mi?"
Bilirsiniz ki, beyazı önce giyseydiniz aynı sorunun siyahlı versiyonuyla karşılaşacaktınız.

Pamuklar içinde...
Başta minnetle belirteyim; el üstünde, pamuklar içinde büyütüldüm ben...
Bir dediği iki edilmeyenlerden...
Öyle varlıklı bir aile değildik; o yüzden aklınıza, her istediği alınan, her gördüğüne sahip olan bir çocuk gelmesin...
Tersine, bütçe nedir erken öğrenen, harcama sınırlarını bilen, imrense de istemeyen cinsten bir çocuktum ben...
Dünyevi değil, manevi pamuklardı beni sarmalayanlar...
Daha doğru dürüst konuşma bilmezken annem geceleri saatlerce kitap okurdu başucumda...
"Daha" dedikçe, daha okurdu.
Uyuyamazsam dizinde uyuturdu.
Ne zaman hasta olsam, o daima başucumda olurdu.
Dizimi çarpsam, kırık not alsam, gönlümü hak etmeyen birine kaptırsam, benimle konuşur, avuturdu.
Sadece annem değil, sırdaşım, yoldaşım, dostumdu (Hâlâ öyledir ya).
Sevgi arsızıydım ama arada okkalı bir şamarını yediğim de olurdu.
Annelerin çoğu gibi belki...
Ama -yine herkesinki gibi tabii-; bana özel benimki...

Bir yaşam stajı
Erkek çocuk için, ana-oğul ilişkisi, kadınlarla istikbalde kuracağı ilişkinin provasıdır.
Şansına göre; hayatı boyunca onun gibi bir kadın arayacak ya da onun gibilerden kaçacaktır.
Ne kadar inkar etse de hayatına giren kadınları onunla kıyaslayacaktır.
Pek az kadında, ondan gördüğü karşılıksız sevgiyi, uğruna ömür vakfetmeyi bulacak; bulduğunda ihya olacak, bulamazsa büyük hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Bazen de annesinin aşırı sevgisinden bunalacak; kendini bu sımsıcak sevgi havuzundan hayat denilen hoyrat okyanusun hırçın dalgalarına atacaktır.
Ben öyle yaptım.
Bir gün ayrılması mukadder yolları; bilerek erken ayırdım.
O yolda sadece kendimi bulmak değil; onun da bensiz bir hayat kurmasına yardımcı olmaktı amacım...
Belki haklıydım; belki yanıldım.

Can ile Civan
Şöyle oldu: Üniversite çağındaydım.
İş bulmuş çalışıyordum.
Evde bütün ömrünü bana adamış iki insan vardı ama ben bunun konforunda, bir elim yağda, bir elim balda keyif sürmek değil, bedeli ne olursa olsun kendi hayatımı çizmek istiyordum.
Ben ömür boyu o pamuklarla sarmalanmış yaşayamayacağımı biliyordum. Bir an önce taşın soğukluğunu hissetmek, sokakla mücadele etmek, belalarla yapayalnız baş etmek istiyordum.
Bir kanaryamız vardı; adı Civan... İkimiz de sevgiye boğulmuştuk; yemeğimiz önümüze gelirdi; gün boyu keyifle şarkı söylerdik ama galiba Can da Civan gibi, bütün bu konforun içinde, bir altın kafeste hissediyordu kendini...
Kanatlanıp uçmak istiyordu.

"Gitmeliyim"
Ve uçtum bir gün...
O gün, dün gibi aklımda hâlâ...
Okuldan bir arkadaşımla şehrin öbür ucunda bir bekar evi tutmuştuk.
Bir akşam vakti, bu yeni durumu ailede konuşmuştuk.
Anlatması zordu, nedensizdi.
Etrafımızda örneği yoktu; benzersizdi.
Şaşırdılar; belki içten içe kırıldılar; suçu kendilerinde aradılar.
Ama bana yansıtmadılar.
Birkaç soru sordular:
"Nasıl geçinirsin?"
"Ne yer ne içersin?"
Ve sonuç:
"Sen bilirsin."

"Haydi git!"
Kafesten çıkıp gökyüzüyle tanışan bir kuş kadar özgürdüm; bir o kadar acemi...
Yine de, taşınma günü geldiğinde kaygıdan çok heyecan vardı yüreğimde...
Eşyalarımı paketledim. Birlikte oturacağım arkadaştan yardım rica ettim.
Geldi; tek tek taşıdık kutuları arabaya...
Veda vakti gelmişti. Aynı şehirde olacaktım; belki her gün uğrayacaktım ama yine de gidiş gidişti.
Vedalaşma gerektirirdi.
Abartmamak için "Haydi eyvallah" dedim; "...akşama gelirim."
Hiçbir farklılık yokmuş gibi çıktım gittim.
Sonra bir eşyamı unuttuğumu fark edip döndüm geri; kapıyı çaldım. Açtığımda annem ağlıyordu; babam teselliye çalışıyordu.
"Git haydi" dedi gözyaşını gizlemeye çalışırken annem; "Bir şey yok... Biz hallederiz."
Bu "basit" kararla ne derin bir yara açtığımı o zaman anladım.
Yine de caymadım.

Altın kafesin dışında
Bir süre iki ev arasında mekik dokudum; onları bunun bir ayrılık olmadığına inandırma uğruna bir hayli yoruldum.
Uzun süre gelmediler yeni eve...
Geldiklerinde de hayret ettiler, onca ev işini becerebilmeme...
Baba ocağında, kıyamadıklarından, bir ampul takmamı bile istememişlerdi; ayrı eve çıktığımda bir ampulü takamaz haldeydim.
Şimdi atan sigortaları tamir edebilecek kıvama gelmiştim.
Bulaşık, yemek, ev idaresi... Yeni bir yaşam dersi başlamıştı.
Bu kez korunaksız, kalkansızdı. Öyle olduğu için de başarmanın keyfi inanılmazdı.
Annem, elleriyle yetiştirdiği narin kuşun uçmasını gizliden bir gamla ama iftiharla izliyor; gamını içine gömüyor, iftiharını gözbebeklerine yansıtıyordu.

Yeni hayat
Çocuk doğurmak nasıl tarihi bir sınır çizgisi ise kadınların hayatında; çocuğundan ayrılmak da öyle galiba...
İlki nasıl bir anda dolduruyorsa hayatı; ikincisi öylesine büyük bir hızla boşaltıveriyor.
Ve anne, nasıl bu kadar hızla büyüyüverdiğine hâlâ inanamadığı evladının kırık dökük hatıraları, eski fotoğrafları, dünkü oyuncakları, minicik zıbınları ile baş başa kalıveriyor.
Benim annem de öyle oldu.
Can yuvadan uçtuktan sonra Civan'la baş başa kalmışlardı.
O da çok yaşamadı benim ardımdan...
Ev hepten sessizleşti.
Yeni bir evlat için çok geçti; yeni bir kuşa yürek yetmezdi.
Yüzlerini birbirlerine döndüler.
Yeni baştan bir yaşam ördüler.

İki adama bir ömür
İki adama bir ömür veren kadın, muhtemelen bir hayli zorlandı bu ayrılıkta...
Belki ben de zorlandım; zorlandığımı hissedip bundan gizli bir tat almasından da hoşlandım.
Hem onsuz olamayacağımın göstergesiydi bu; hem zorlansam da inatla başarmaya çalışacağımın...
İkisinde de kendisi için bir gurur payı vardı. İşte yalnız da ayakta durabilen bir evlat yaratmıştı ama bu başarı, sonuçta kendisini yalnız bırakmıştı.
Savaşı kazanacak barutu bulan ama o barutla ilk sırada vurulan bir nefer gibi gururu kederine bulanmıştı.

Seni seviyorum!
Uzun yıllar geçti aradan...
Yuvadan uçurdukları kuş; yuva kurdu, kuş sahibi oldu.
Karşılıksız sevmeyi, almadan vermeyi, haram yememeyi nasıl öğrendiyse öyle öğretmeye çalıştı.
Bir gün kuşun yuvadan uçabileceği fikrine alıştı.
Bugün biliyor ki yazdıkları, biraz da uzak bebekliğinin gecelerinde kulağına fısıldanan o kitaplardan aklında kalanlardır.
Konuştukları, annesinin gençlik öğütlerinden hatırlananlar...
Sevdikleri, sevildiği yıllardan örnek alınanlar...
Bugün, eski kafesinde yeni bir Civan'ı var annemin... Bir gün gidivereceğini artık bilerek; ama bundan kederlenmeyerek şimdi onu büyütüyor.
İki adama adanmış zorlu bir yaşamda, erken vurmuş bir ayrılık acısıyla, eski zıbınlar, hatıralar, fotoğraflar arasında, bugün de varlığıyla bana güç veriyor.
Erken ayrıldıysak da aslında hiç ayrılmadığımızı biliyor.
Onu ne çok sevdiğimi de...
Her daim seveceğimi de...

CAN DUNDAR


resim kaynak

4 Aralık 2013 Çarşamba

SEVİYORUM DİYEBİLMEK



15 yıl kadar önceydi. Tommy'yi ilk o gün görmüstüm."inancin tarihi" dersimin öğrencilerinden biriydi. Uzun saçlı, değişik bir gençti. Sınıfta benimle en çok tartışan öğrenci oldu. Tanrı'ya kayıtsız şartsız inanmayı kabullenmiyordu. Mezun olurken bana, imalı imalı
"Günün birinde Tanrı'yı bulacağıma inanıyormusun, hocam?" dedi...
"Hayir" dedim, yumusakça...
"Yaa.." dedi...
"Oysa senin bu derste Tanri'yı pazarladığını sanıyordum hocam...
" Kapıdan çıkıp gitmek üzereyken arkasından bağırdım:
"Tanrı'yı bulabileceğini düşünmüyorum. Ama o seni mutlak bulacak, bir gün, eminim."
Tommy omzunu silkip yürüdü. Mezuniyetten sonra izini kaymetmiştim ki, acı haberi kendisi getirdi bana... Ölümcül kansere yakalanmıştı... Odama girdiğinde zayıflamış, çökmüştü. Kemoterapi, o uzun saçlarını dökmüştü. Ama gözleri hala pırıl pırıldı
"Birkaç haftalık ömrüm kalmış hocam" dedi...
"Sana bir sey sorabilir miyim?" dedim...
"Tabii" dedi..."Ne öğrenmek istiyorsun?..."
"Sadece 24 yasinda olmak ve ölmekte olduğunu bilmek nasıl bir sey?..."
"Daha kötüsü olabilirdi. 50 yaşında olmak, kafayı çekmek ve müthiş paralar kazanmayı, yaşamak sanmak gibi..." Sonra niye geldiğini anlattı...
"Okulun son günü sana Tanrı'yi bulup bulamayacağımı sormuş, "Hayır" yanıtı alınca şaşırmıştım. Sonra "Ama o seni bulur" dedin... iste bunu çok düşündüm. Doktorlar ciğerimden parça alıp kötü huylu olduğunu söyleyince, Tanrı'yi aramayı ciddiye aldım birden. Habis ur diğer hayati organlarıma yayılmaya başlayınca sabahlara kadar dualar etmeye başladım. Hiçbir sey olmadı... Bir sabah uyandığımda, ilahi bir mesaj alma yolundaki umutsuz çabalarımdan vazgeçiverdim, aniden. Ömrümün geri kalan vaktini, Tanrı, ölümden sonra hayat falan gibi seylerle geçirmeyecektim. Daha önemli şeyler yapma kararı aldım. O zaman gene seni düşündüm...
"En büyük mutsuzluk sevgisiz bir hayat sürmektir. Bundan daha kötüsü de bu dünyadan, sevdiklerine "Seni seviyorum" diyemeden gitmektir demiştin. Son günlerimi bu eksiği gidermekle harcayacaktım. İşe en zorundan başladım. Babamdan...
Oğlu yanına geldiğinde babası gazete okuyormuş... "Baba seninle konuşmam lazım" demiş, Tommy.. "Peki konuş oğlum.." "Yani çok önemli bir şey..."
Babası gazeteyi 10 santim indirmiş o zaman aşağı... "Neymis o bakalım?.." "Baba, seni seviyorum. Bunu bilmeni istedim.." Tommy gülümsedi, arkasını anlatırken.. Babasının elinden yere düşmüş gazete..Hayatında hiç yapmadığı iki şeyi yapmış.. Tommy'ye sarılmış ve ağlamış. Sabaha kadar konuşmuşlar.. Babası ertesi sabah işe gitmek zorunda olduğu halde... "Annem ve kardeşimle daha kolay oldu" diye devam etti Tommy..."Onlar da bana sarılıp ağladılar. Yıllardır bana söylemedikleri şeyleri anlattılar.. Bütün bunları yapmak için bu kadar geç kalmış olmama üzüldüm sadece.. Ölümün gölgesi üzerime düşünce kalbime acıyordum, bana aslında çok daha yakın olması gereken insanlara.. Nefes aldı Tommy.. "Bir gün baktım.. Tanrı orada hemen yanıbaşımda duruyor. Ona yalvardığım zaman bana gelmemisti. Onun kendi programı vardı. Kendi bildiği gibi yapıyordu.. Gerçek olan şu ki, haklıydın.. Ben onu aramaktan vazgeçtiğim halde, gelmiş beni bulmuştu."
"Tommy" dedim, "Sandığından çok önemli şeyler söylüyorsun, tüm insanlığa.. Sen Tanrı'yi bulmanın en emin yolunu anlatıyorsun. Onu sadece kendine ayırmak, sadece ihtiyaç duyunca aramak işe yaramaz... Ama hayatını sevgiye açarsan o gelir seni bulur... Bunu anlatıyorsun farkında mısın?. " Devam ettim.. "Tommy bana bir iyilik yapar mısın?. Bunları gelip sınıfımda da anlatabilir misin?..."
Bir gün tespit ettik. Ama Tommy gelemedi o gün. Ölümle hayatı sona ermemişti tabii şekil değiştirmişti. Büyük bir adım atmıştı sadece... inanmaktan, görmeye geçmişti. Ölümünden önce son bir defa konuşmuştuk.
"Söz verdiğim derse gelemeyeceğim. Çok halsiz ve bitkinim hocam" demisti.
"Anlıyorum Tommy!.."
"Benim yerime onlara sen anlatırmısın hocam?.. Sen anlatırmısın. Herkese, bütün dünyaya benim için anlatır mısın?.."
"Anlatırım Tommy" dedim.. "Anlatırım, merak etme!.."
İnsanlara "Seni Seviyorum" demek için, ölümü beklemenize gerek yok... Şimdi, hemen şimdi başlayabilirsiniz. Başlayın ki, hayatınız güzelleşsin, zenginleşsin... Hem... şimdi başlamazsanız, belki de hiç söyleme şansınız olmayabilir... Ben basladım bile..

"Sizi öyle seviyorum ki!.."


resim kaynak

2 Aralık 2013 Pazartesi

Hayat Umut Ve Sevgi Saçmaktır...

   


 Anne, altı yaşındaki lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi, acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Ama bu, artik mümkün değildi Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oysa o oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu.

    - "Bob! Büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını dilediğin ve hayal ettiğin oldu mu?" diye sordu.

    - "Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim". Anne gülümsedi ve.. ''Dileğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım'' dedi.

    Daha sonra, Arizona'daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona kadar büyük itfaiyeciler ile tanıştı. Ona oğlunun son isteğinden söz etti ve oğlunun itfaiye arabasına binip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu.

    - ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Eğer oğlunuzu Çarşamba sabahı saat yedide hazır ederseniz, onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sari renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botları ısmarlarız. Hepsi Arizona'da üretiliyor.''

    Üç gün sonra, itfaiyeci Bob'u aldı, ona elbisesini giydirdi ve hasta yatağından itfaiye arabasına kadar eslik etti. Bob, itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe dogru yol almaya başladı. Kendini çok mutlu hissediyordu. O gün Arizona'da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye Müdürlüğünün özel arabasına da binmişti.Yerel televizyonlar da onu izleyip, çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi, Bob'u o kadar etkilemişti ki, doktorların söylediğinden tam üç ay daha fazla yaşamıştı. Bir gece bütün yasam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire, aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bob'un itfaiyede geçirdiği günü hatırladı ve itfaiye müdürlüğüne telefon açıp Bob'un bu dünyaya veda ederken yanında, özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu. İtfaiye Müdürü;

    - ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar misiniz? Sirenlerin çaldığını duyduğunuzda, yangın olmadığı anonsunu yaptırabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşlarını ziyarete geldiklerini söyleyiniz ve lütfen onun odasının penceresini açınız'' diye yanıtladı.

    Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob'un 3.kattaki odasına dogru yaklaştı. Tam ondört itfaiyeci Bob'un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençelesen Bob itfaiye müdürüne baktı ve;

    - ''Efendim ben simdi gerçekten itfaiyeci miyim?'' diye sordu.

    - ''Bundan şüphen mi var Bob?'' diye yanıtladı müdür. Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı. 


resim kaynak

29 Kasım 2013 Cuma

SEVGİ VE GÜZELLİK



"Bebeğimi görebilir miyim" dedi yeni anne. Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağını açtığında şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu!
Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı.Bebeğin kulakları yoktu...Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği,sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu... Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; Ağlayarak
"Büyük bir çocuk bana ucube dedi..."
Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı.Annesi, her zaman ona "Genç insanların arasına karışmalısın" diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu. Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;
"Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu.
Doktor "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi.
Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti bir gün babası
"Hastaneye gidiyorsun oglum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır" dedi.
Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçmişti, bir gün babasına gidip sordu:
"Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir sey yapamadım... Bir şey yapabileceğimi de sanmıyorum" dedi Babası, "fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil..."
Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi... Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına elini uzattı; Kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu.
"Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı babası"..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?"
Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı degildir, ancak kalptedir! Gerçek mutluluk, gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir...
Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!" 



resim kaynak

26 Kasım 2013 Salı

Ahh Dedem

 boş vakitte kahvenizi alıp öyle okuyun :)




Ahh Azizim;
şimdi anlatacağım hikayenin bazı yerlerini çok sevecek,bazı yerlerini ise asla unutamayacaksın...Aslında hiç bir hikayeye böyle başlanmaz,biliyorum.Bir bahar sabahı diye başlayabilirdim.Veya daha güzel bir giriş bulabilirdim...Ama şu anda amatörlükten gelen müthiş bir acemi cesaretiyle böyle başlıyorum.Bakalım haklı mıyım,haksız mı.

Anlatmak istediğim esas tema,şimdilerde insanların en çok korktuğu ölüm olayının o zamanlar nasıl kolay,kutsal,şiirsel ve doğal kabullenildiğidir.Hikayeyi bitirdiğinizde haklıymışsın diyeceksiniz.Hatta yeterince betimleyemediğimi fark edeceksiniz.Ama benim de kendimce geçerli mazeretim var.

Anlatacaklarım tıpatıp gerçek ve bu benim ilk anı hikayem...Hikayenin sınırlarını onca çocukluk anısına kıyıpta,bazılarını es geçerek . tesbit etmekte zorlandım.Anılarımın bazısına haksızlık yapmışım gibi vicdan azabı duydum.

Sonra kendi kendime nasıl olsa kendim bile beğenmeyeceğim,dedim.Ama hiçte öyle olmadı...Taslağını ilk okuyanlar müthiş buldular ve mutlaka tamamlayıp yayınlamamı emrettiler.Evet aramızdaki samimiyete dayandırdılar,öyküye kıyamadılar ve rica makamını es geçip emir mertebesinden hükmettiler. 

İşte azizim sen dahi,birebir gerçek olayları amatör bir yazardan dinlemenin işkencesine katlanabileceksen,veya zevkine varmak dilersen,vaktin de yeterliyse,ruhsal dengen de zamanda geri yolculuk yapmaya uygunsa,ülkemin elli yıl öncesi nasıldı acaba diye merak ediyorsan,bu arada bendenizin hatalarını affederek bu kadar kusur kadı kızında da olur diyebileceksen,pişman olmayacaksın....Bundan eminim..

Seni alıp elli beşyıl öncelere götürecek,tayyı mekan yaptırıp mutlu bir şekilde,sağ salim,kazançlı olarak geri getireceğim.Biiznillah...

O vakit ben beş altı yaşlarındayım...Henüz ilkokula başalamadığım için yedi yaş altı olduğumu biliyorum.Bu anılar o sabi sübyan saflığımla, fotoğraf çeker gibi yorumsuz kaydedilmiştir.Yapay bezemelere boğulmamıştır.O yaşlardaki bir çocuk için,dünyanın her anı,her yanı her acısı ve her hazzı zaten yeterince süslüydü...Herşey ilahiydi,mistikti. O atmosfer içinde,neredeyse bebek yaştaki ruhumu, henüz hiçbir şekilde kirlenmemiş nefsimi, hz.Musa’nın üstün büyüsü kadar büyülemişti bütün mekanlar ve olaylar.Zoraki bezemelere hiç ihtiyaç duymadan kaydetmiş beynim herşeyi.Şimdi bana düşen bu albümü beynimin tozlu raflarından çıkarıp sizlere olduğu gibi anlatmak...Size düşense malum.Geçin bigisayarın başına beyninizi temizlemeya hazır,varsa bir kahve,neskafe alın yanınıza,büyülü zamanlara pırıl pırıl insanların konukluğuna buyurun..

Sultandağları’nın zirvesi, Kafadağı’nın eteklerinde bir vadidir hikayemize konu olan mekan.Yurdumun gerçekten cennet köşelerinden bir köşedir.Havasıyla,suyuyla inanılmaz güzellikteki doğasıyla ,keşfedilmeyi bekleyen yurdumun nadide bir yaylası. 

Konya ilinin Doğanhisar İlçesi’ne bağlı büyükçe bir Anadolu köyüdür.Şimdilerde iki bin dolaylarında nüfusu olan bir küçücük kasaba.Doğu yamacı kafa dağı ve uzantıları,batı yakası Osmanyeri,Sorkun ve Sivridağı.Altı yedi kilometre uzunlukta bir vadi ki ne vadi.Hem çam ormanları hem meşelikten nasibini almış.

Dağlarındaki sayısız bitki türleriyle,büngül büngül kaynayan kışları ılık yazları çelik gibi soğuk pınarlarıyla, her tür yaban hayvanına barınak ormanlarıyla,yüzlerce koyun sürüsüne yaylım imkanı veren çayırlarıyla yurdum insanının bir kısmına geçim kaynağı olan bu cenneti şiirlerle de anlatmaya çalıştım...

Eğer şiir severseniz bir tanesini öyküyü bitirdikten sonra okumanız için sonuna ekleyeceğim.

Köyümün bir eksiği varsa o da nüfusuna göre yetersiz ekim alanlarıydı.En fazla arazisi olan ailenin ektiği tarla, toplasan otuz dönüm gelmezdi.Şimdilerde ise beş dönüm yeri olan aile olduğunu sanmıyorum.O yüzden çevre köylerde en çok okumuşu,bürokratı olan bir yerleşim yeridir.

Halkı yok yoksul bütçesiyle,Aydında,Nazillide amelelik yaparak,köy köy eşek sırtında termiye satarak çocuklarını okutmaya mecbur kalmışlar.Gide gide daha çok arazi ormana terk edilmiş kayalık alanlardan oluşan köyün gençleri,yatılı okullarda okuyarak ailelerine yük olmaktan kurtulmuşlar.

Arazinin sulanmayan yerlerinde Yahudi baklasından,çavdardan başka mahsul yetişmezdi.Toprağa arı buğday tohumu ekseler çavdar biçerlerdi.Toprağın yapısının buğdayı çavdara dönüştürdüğü söylenirdi.

Ormanlara zarar verdiği gerekçesiyle sürekli mücadele edilen keçi sürüleri de geçim kaynaklarından biriydi o zamanlar.Ancak köylüler devletle uğraşmaktan bıktıkları için zamanla kıl keçilerinden vazgeçtiler.

Ayıları,kurtları,yabani domuzlarıyla sık sık sürek avı yapılan,yaban hayatının bugün için özlemle yad ettiğimiz her güzelliğini içinde barındıran bir mekandı doğası.Kartal da vardı,akbaba da.Şahin de bulunurdu dağlarımızda atmaca da.Hele ki keklik,sülün ve bıldırcınlar ..Baharları neredeyse her çalının dibinden bir palaz sürüsü kalkardı...

Üreme mevsiminde avlananlara iyi gözle bakılmaz,dışlanırlardı.Bugün devletin yapmaya çalıştığı av yasaklarını köylü kendiliğinden yapardı.
-kuluçka zamanında av yapılmaz,yazıktır,günahtır denilirdi.Bir serçe yumurtası kırdım diye azarlandığımı hatırlarım.

Kış geldi mi tavşan etinden yapılan ’’arapaşı ’’ziyafetlerinden geçilmezdi.Sıra gecelerinde yenilip içilen ’’ arapaşı çorbası’’ tavşan etinden yapılır,anlatılan hikayelerin konusu tavşan avı olurdu.Ava gidip te boş dönen neredeyse yok gibiydi.

Köyde düzenli misafiri olan,sürekli açık tutulan köy odaları vardı.Bu odalardan bir çoğunda sürekli yabancı konuk bulunur,ücret ödemeden atıyla, eşeğiyle birlikte yer içer, yatarlardı.Her . odanın altında mutlaka ahır- samanlık bulunurdu.Köylere gelen her yabancı bu odalarda kalırdı.

Misafir odası sahibi olmak bir statü işi,saygınlık nedeniydi.Oda sahibi demek, geçimi kendisine yettiği gibi,yol ehline yetecek kadar da zengin demekti..Zenginlik dediysek bugünün ölçüleriyle değil tabi.Bir yıllık geçimi ambarında olan aile zengin sayılırdı.Misafirler bu odalarda aylarca kalabilirdi.Oda sahibi misafirinin neden uzun süreli kaldığını sorgulamazdı.Gurbette kalanın vardır bir derdi denilirdi.

Bu odalardan ikisinde o dönemin en önemli haberleşme aracı radyo vardı.Köylünün dış dünya ile ilgilenenleri akşamları ajans dinlemek üzere bu odalarda toplanırlardı.Akşam saat yedi, ajans saatiydi.Radyonun biri, Muhtar odasında diğeri eski muhtarın odası olan memiligilin odada idi. Bir de hırsız Yakup’un evinde olduğu söylenirdi.

Hırsız Yakup köyün üç bakkalından birisiydi.Sonraları o radyoyu babam satın alacaktı.Filips marka dibek elli, bataryalı, küçük, lambalı eflatun renkli bir radyoydu.Köy odalarındakiler ise bugünkü atmış yedi ekran televizyonlar gibi büyüktü.Bizimki on yedi ekran küçük bir monitör kadardı.

Rahmetli babam çok eli uz birisiydi.Birkaç sanatı aynı anda icra ederdi.İlk okula bile gitmemişti ama mükemmel bir gözlemci,çok zeki ve eli her işe yatkın biriydi.
Askerden gelirken ilk traş makinesini,sağlık çantasını,ecza dolabını köye getiren o olmuştu.Tentirdiyotu,sargı bezini,aspirini,plasteri,cımbızı,oksijenli suyu ilk olarak bende kullandıkları için iyi hatırlıyorum.Komşumuz kınacıların köpek sol bacağımdan ısırdığında bana nasip olmuştu.Tentirdiyotun nasıl yaktığını,açık yaranın nasıl iğneyle dikildiğini ilk ben yaşamıştım ve komşu çocuklarına ben anlatmıştım. Ağzını açarak dinlemişlerdi...

Rahmetli bir koyunun doksan lira olduğu zamanda beş kuruşa saç keserdi.Boşalan gaz yağı tenekelerinden ilk sobayı yapan da babamdı.Ayrıca lehim yapar,altın tokalar,hurda mataralardan . gelin başlarına tepelik yapardı...

Kış gelince küçük çaplı bir marangoz atelyesinde çalıştığını,kapı pencere yaptığını da hatırlarım.Kendimize yaptığı odun sobasını görenler şipariş vermeye başlayınca marangozluğa boşlamış,daha çok soba yapmaya başlamıştı..Yaz gelince de köyde ev yaptıran olduğunda inşaat ustalığı yapardı.Eline para geçen sayılı insandan biriydi anlayacağınız.Radyo da o nedenle bizim eve çok erken girmişti...

Çay,kahve,gazocağı,lüks,ayakkabı,nazilli basması,nar ekşisi,zeytin yağı,sucuk gibi o zamanın gelişmişlik arzeden herşeyi gibi.Annemin giydiği ilk basma şalvar nedeniyle uzun süre kınandığını,hatırlıyorum.
---Gadeli mülükler..Eski köye çiçekli basmayla yeni adet getirdiler,diyorlardı...

Akranlarımız içinde ilk pantolon giyen de,ilk lastik ayakkabı giyende ağabeyimle ben olmuştuk.Erkek çocukları bile on, on iki yaşına gelinceye kadar entari giyerdi.Bir çocuğun kız mı erkek mi olduğunu saçlarının uzunluğundan anlardınız.Erkeklerin saçları çoğunlukla babama para vermemek için makasla sık sık kesilir,uzamasına,kızlara benzemesine izin verilmezdi.

Hikayemize esas konunun meydana geldiği gün güneşli bir bahar günüydü..Her bir odasında bir ailenin oturduğu,eski hanay bir evimiz vardı..Bize ait tek odada beş kişi yaşıyorduk..Altı yedi yaşlarında ben,iki yaş büyüğüm ağabeyim,iki yaş küçüğüm kız kardeşim,otuzlu yaşlarında annem ve babam..

Evimizin bir metrekareden daha küçük ahşap penceresinden sabahın ilk ışıkları içeri süzülür süzülmez, anadan üryan çırılçıplak yattığımız yataklardan kalkardık.Çocuklar olarak diyorum.Büyükler Ülker yıldızlarıyla kalkar,yapılması gereken birçok işi çıra aydınlığında görürlerdi.

Gaz yağı çok pahalı olduğundan evlerin içinden gayri her yerde is çıkara çıkara, çıra yakılırdı.O zamanlar gece elbisesi olmadığından,dış giyimlerimiz eskimesin diye yatağa çıplak olaraak yatardık.Önceleri yalnız çocuklar çıplak yatar sanırdım.Sonra öğrendim ki büyüklerde bizim gibi çırılçıplak yatıyormuş.
Rahmetli Ayşe teyzem Onsekiz on dokuz yaşlarında, bizde yatmak zorunda kaldığında, benimle yatmıştı.Çıplak kadın bedenini keşfe çıktığım geceydi o gece.Teyzem rahmetli uyur numarasına yatmış,merakımı rahatça gidermeme yardımcı olmuştu.

Hemen hemen yüzde doksan insanların ikinci bir giyeceği olmadığından,giysi yıkanacağında evden çıkılmaz,elbiseler vadinin ortasından geçen çayda yıkanıp,kurutulup gelinceye kadar yorganların altında kalınırdı.

Köy anlattığımdan da yoksuldu,ayaklarında çarık olanlar şanslı sayılırdı ama tahsildar geldiğinde iki keçisi olan birini devlete vergi olarak verirdi.Harman zamanı etten tırnaktan üretilen mahsulün onda biri vergi memurları tarafından terör estirerek toplanırdı.Devletten çok korkan bir insanımdır, ben.

-Allah devletimize . milletimize zeval vermesin ama kapısına da düşürmesin diyenlerdenim.Sonunda otuz yıl öğretmen olarak bir bakıma ben de devlet oldum, hala korkarım.Bu kadar korkunun kanımca nedeni, köylünün tahsildardan ve jandarmadan nasıl korktuğunu,küçücük yaşımda,onlarla birlikte yaşayıp görmemdir diye düşünürüm.Bilinç altıma öyle bir yer etmiş ki istesem de çıkaramadım.

Üretilen buğday çeçlerine damga basılırken,daha harmanı savurmadan haber verilen vergi memurlarına nasıl ters ters bakıldığını görenlerdenim.Ve o memurların nasıl Azrail gibi korkutucu davrandıklarını da.Köylünün en saygını bile el pençe divan durur,işini gördükten,tahsildar gittikten sonra derin bir nefes alırlardı.

Çocuk halime rağmen duygularını,ne düşündüklerini kalplerini okur gibi anlardım.O ayakta duramayıp oturmalar,yan bakışlar,surat asışları,başlarını iki elleri arasına alıp derin düşüncelere dalmaları unutmam mümkün değil.

Varlıklıların yatakları yünden olurdu.Bizim gibi yoksulların ise kuru meşe yapraklarıyla doldurulurdu.O gazeller bir mevsimde ezilip toz haline geldiğinden her sonbaharda pelitliğe gidilir, yeniden kurumuş meşe yapraklarıyla doldurulurdu.Bunun için kadınların keşik yaptıklarını bilirim.

Köyün temiz havası,ya da çıplak bedenimize batan o yaprak sapları insanı erken kalkmaya zorlardı sanki.Ne kadar yorgun olursak olalım gün doğmadan kalkardık.Hatta üzerine güneş doğanlara iyi gözle bakılmazdı.Yün yatağı olmanın zenginlik ölçüsü sayıldığı zamanlardı o zamanlar.Çok geçmedi babam da yün yataklar yaptı da erken kurtulduk o çıplak tenimize batan . gazel saplarından.

Evlerde aydınlatma aracı ya çıra ya da gaz lambası olduğundan, gün ışığıyla yatılır,gün ışığıyla kalkılırdı.O zamanın yeni icadı el fenerlerini alabilenler(çoğunluğu gençlerden oluşurdu),iki pilli veya dört pillisine göre statü sahibi olur,geceleri de kendilerini olabildiğince hür hissederlerdi.Tabii elektrikle tanıştığımız o lambaları almaya da pil kullanmaya da varlıklı olanlar hak sahibiydi.Bizim de vardı ama babam kullanmamıza izin vermezdi.

Cep aynası taşımak bile modernlik sayılıyordu.Birinin aynası kırılsa köyde ,en azından mahallede haber olurdu.Neden,nasıl kırılmış,kim kırmış konuşulurdu.Annemin bir kırık ayna bile yok şu evde diyerek şikayet ettiğini hatırlarım.Daha çok saçını taradığı zamanlarda yapardı bunu..Gaz lambasının arkasındaki tenekenin parlaklığıyla idare ederdi.Rahmetliyi yıkanmış,saçını tararken seyretmeyi çok severdim.Dünyanın en güzel kadını benim annem olmalı derdim.

O gün yine her zamanki gibi ayrana katılıp karıştırılmış, akşamdan kalma bulgur pilavından oluşan kahvaltımızı yapmıştık.O zamanlar kahvaltının adı henüz sabah aşı idi.Kahvaltı kelimesini kullanmaya, yapmaya,çay şekerle tanışmaya,gazocağı ile yemek yapmaya,lüks denilen ipek gömlekli (gazyağı kullanan) o muhteşem ışık kaynağına kavuşmaya henüz birkaç yıl vardı.

O, ülkemizde çok hızlı gelişmelerin olduğu ellili yıllarda, ayağımız çarıktan kurtulacak,(cizlevat) marka lastik ayakkabılara kavuşacaktık.Üstüne üstlük aynı yıllarda (diazinon)denilen bir ilaç sayesinde bit illetinden de yakamızı kurtarmış olacaktık.

Menderes ve . İnönü adlarını o günlerden biliyordum.Biri mehdi gibi seviliyor,biri firavun kadar lanetleniyordu.

--Menderes geldi de ayağımız çarıktan,sırtımız bitten kurtuldu,diyorlardı.Hele ki kaput bezi ne çok konuşulurdu.O zaman her genç kızın olduğu evde bir dokuma tezgahı bulunur,peşkir dokunurdu .Çeyiz yapmak üzere otuz santim genişliğinde kumaşlar dokur, onunla yatak yorgan çarşafı . yaparlardı.Göynekleri de dokurlarmış ta bir zamanlar,Menderes zamanında çıkan nazilli basmaları ve amerikan dedikleri kaput sayesinde onlardan kurtulmuşlarmış.

O ne büyük mucizeydi Yarabbi…Bit ilacının geldiği gün yani..Sipariş üzere Konya’dan getirtilmişti.Babam rahmetli,Kemerli Ali diye bir arkadaşından almış ismini...Öğrenir öğrenmez hemen getirtmişti.Ajanslarda haber olduğunu da hatırlarım o ilacın ve bitten milletçe yavaş yavaş kurtuluşun..

Tenekeden yapılma bir pompayla,yatak döşek yüklükteki yedek yorganlar,üzerimizdeki elbiseler tamamı ilaçlanmıştı.Evin içi o güne kadar tanışmadığımız DDT kokusundan teneffüs edilemeyecek kadar kirlenince kendi kendimize; 
-Bu ilaç bitleri öldürecekse bizi de öldürür, diyerek yarı çıplak dışarı kaçışmıştık.Babam ağzını burnunu bir tülbentle sararak biraz daha, biraz daha sıkmıştı pompayı.Sanki bitli geçen yılların öcünü almak ister gibiydi.
-Odanın kapısını sıkı sıkıya kapatın, demişlerdi.
-İyice zehirlensin de herşey,sirkeleri de(bit yumurtalarına sirke denilirdi) ölsün..

İnanılır gibi değil,gerçekten bitten kurtulmuştuk. Ancak bir gerçeğin de çabuk farkına varmıştık.Köylünün tamamı bu ilacı alıp kullanmadıkça, bitlerden temelli kurtuluş yoktu.O nedenle,evimizde ilaçlamayı sık sık yapmak zorundaydık.Siz bir yere gitseniz veya biri size gelse (ki bu o zamanlar çok yapılan sosyal bir davranıştı,) hemen bitleniyordunuz.Şöyle bir deyimin o günlerde herkesin dilinde olduğunu hatırlıyorum.

----Bir topal bit, bir gecede dokuz yatak gezermiş.Çok geceler bu sözün doğru olup olmadığını sorgulayarak uyuduğumu hatırlıyorum...Nasıl gezerdi ki,bir gecede dokuz yatağı bir topal bit...Hem neden kanını içip durduğu kişiden binbir zahmetle bir başkasına giderdi...

*********

Olay günü, çok güzel bir güne başlıyoruz, demiştim.Veya diyecektim.Güzel dedimse de siz her zamanki gibi sıradan bir gün olarak bilin.Özellikle benim kadar küçükler için her doğan güneş bir mucize her yeni gün bir kerametti zaten.Hafıza bandımıza düzenli olarak bilmem kaç megapiksellik öyle görüntüler kaydediliyordu ki her an,akşam olmasın,gece gelmesin isterdik.O yüzden her gün bir öncekinden daha güzeldi.

O gün, ben uykudan kalktığımda çoktan kıra gitmesi gereken hayvanlar gönderilmişti.Tabii sağılması gerekenler sağıldıktan sonra.Güneş doğdu doğacak haldeydi.Hanayın şöminesinde, (biz şömine demezdik,ocak derdik)kara bakır haranı tencerede kaynamakta olan sütün kokusundan anlıyorum bütün bunları..

Annem her zamanki gibi çoook erken kalkmış,hem ineğimizi,koyunlarımızı(beş taneydi,sonraki bir zaman evin avlusunda kurtlar parçalayacak, sayıyı bire indireceklerdi) sağmış,tavukları (beş tavuk bir horoz)yemlemiş.

O zamanlar kümeste horoz olmazsa tavuklar yumurtlamaz sanılır,her kümeste bir horoz beslenirdi.Bir seferinde horozunu misafire kesip yediren bir komşumuza bir başka komşunun;
---Yazık değil mi kız o tavuklara,çabuk bir horoz bulup koymalısın kümeslerine.Tavukların da canı var ayy, dediğini hatırlıyorum.O yaşta neden tavuklara o derecede acıdığını anlamıştım.

Ayrı ayrı çobanlara kuzuları,koyunları,öküzümüzü ineğimizi,eşeğimizi sürmüş,annem rahmetli.Bu arada günlük yufkamızı da eylemiş.Tekne, senit,oklava pişirgeç hepsi ortalıkta.Toplamaya zamanının yetmediğini anlamak hiçte zor değildi. 

Yeni pişmiş, buğday- çavdar karışımı undan yapılan,biraz esmer, şimdilerin deyimi ile biyolojik ekmekler mis gibi kokuyor…O zamanlarda topraklarımız henüz fenni gübre ile tanışmamış,epter tohumlara bağrını açmamıştı.Hatta kırk santim derinlere giren pulluktan da haberleri yoktu.Karasabanla sürülür,el orağıyla biçilirdi.Ne biçme makinesiyle tanışılmış,ne de biçer döverleri görmüşlerdi.

O nedenle ekmekler de sütler de,hatta etler de doğal kokusundaydılar.Bakirdiler.Alımlı,çalımlı albeniliydiler.Şifa ve zevk kaynağıydılar. Lakin biz değerlerini yeterince bilmiyormuşuz.

Ekmekler hep öyle enfes kalacak,sütler her zaman şifa kaynağı olacak,etler piştiği zaman yedi mahalleye kokusunu yayacak sanırmışız .

O sabah amcalarımın,yengelerimin de aynı telaşla salonda, hayatta,ambarlarda(O vakitler ambara kiler denirdi) dolaştıklarını,kapıların ardı arkasına açılıp kapandıklarını hatırlıyorum..Şimdilerde birçok sokak bile o kadar hareketli değil.O zaman bizim evde nüfus yoğunluğu hat safhadaymış anlaşılan..

Babam rahmetli, babasının en küçüğü olduğundan bizler de küçüktük. Amcalarımın evlilik çağında kızları, oğulları vardı.Hatta evlenip gidenler olmuş. Ben o yaşımda bir çoğunu tanımıyordum bile.Bizim yaşımızda olan kuzenlerimizde vardı tabii.Zamanla ne kadar kalabalık bir aile olduğumuzu anlamıştım.Babamlar altı kardeştiler.Dört oğlan iki kız.Halalarımdan birisi erken ölmüş.Diğerini . de çok sonra öğrenecektim.Gelir giderlermiş te ben bilmezmişim.Evimize o kadar çok gelen giden olurdu ki,o yaşta herkesi tanımak imkansız tabii. 

Onca kalabalığa rağmen uyum içinde yaşayıp gidiyorduk.Hiç çıngar çıktığını hatırlamıyorum...Herkes ne kadar iş bitirici ne kadar itaatkardı Allah’ım.Sanki kimse kimseye isyan etmezdi.

Biraz daha büyüdüğümde bazı ufak tefek kırılmalardan da haberim olmuştu.Geri planında ya çocuk dövüşlerinin ya da gelin sürtüşmelerinin olduğu,kadın milletinin ( böyle denirdi)kendi aralarında halledemeyip erkek milletine sıçrattıkları sıradan ama onlara göre önemli olaylar ve kırgınlıklar.

Henüz hem rahmetli ninem sağdı,hem de rahmetli dedem.Buna rağmen önlenememiş o kırılmalar. Sürgit devam edenleri de oldu..Yıllar sonra, neredeyse torunların çağında gidermeye çalıştığımız kırgınlıklardı bunlar.

Her kalabalık ailede olabilecek olaylardı belki ama hangi ananın, hangi babanın çocukları olunduğunun önemi büyüktü.Soylu ailelerde on gelin bile olsa çıt çıkmazdı.Kavgalı,çıngarlı evlere hoş bakılmazdı.Rahmetli dedem de ninem de köyün sayılan sevilen eşrafındandılar.Ninem o zamanlar beş yıllık felçli, yatalak olduğu halde koca köyde sözü dinlenir,güvenilir bir otoriteydi.
Eminim bu basite indirgemeye çalıştığım olaylardan dolayı çok üzülmüşlerdir.Genç- yaşlı insanlar çok sık olarak ona gelir akıl danışırlardı.

İkinci dünya savaşının kıtlık yıllarında,köyde erkek köküne kıran girdiği zamanlarda, hacıgillerin Esma kadınla birlikte köyü yönettikleri,açları açıkları koruyup kollamak için akıl almaz mücadeleler verdikleri anlatılırdı.Yine de evindeki bazı olaylara gücü yetmemişti demek ki.

Arpa ununa cicovuk otu karıştırarak ekmek yapmayı,Yahudi baklasından (termiyeden) ebegümecinden ve cicovuktan otlu ekmekler yapıp açlığa çare aradıkları, yaşlılarımız tarafından halen anlatılır.Ninemin otoritesini anlatırken acımasız davrandıkları da olurdu.
--Ekmeği kilitlerdi.Kilidi belinde taşırdı.Her şahısa,her öğünde bir ekmek.Zırnık fazla yok..Gencine ihtiyarına,çocuğuna,gebesine,emziklisine bir ekmek verirdi,derlerdi.

Rahmetliyi güya yermeye çalışırken övdüklerini farketmezlerdi.

Dedem rahmetli ise köyün yürük doktoruydu.Bugünlerde öylelerine herbalist mi ne diyorlar.Aktar mı..Doğal çevreden toplanmış şifalı otlarla her tür hastalığa bir çözüm üretir,ücretsiz şifacılık yapardı.

Yetmiş seksen dolaylarındaki yaşına rağmen bahar geldi mi eşeğine biner, birkaç günlüğüne sık sık kaybolurdu.Sonra envai çeşit otlarla geri döner,tavandaki çivilere demet demet asardı.Kimi otları çuvallara doldurur saklar, kimini demet eder duvarlara, tavanlara asıp kuruturdu.Kış gelince akın akın gelen insanlara o otlardan karışımlar verir,tariflerini yapar gönderirdi.

Köy yerinde doktor nedir bilinmezdi.Hastalanınca ya hocaya gidilir ya da dedemin verdiği otlardan şifa aranırdı.Ağrılara kekik yağı,çıbanlara siğil otu..Karın ağrılarına keten tohumu lapası sarılır,bitki çayları içirilirdi.Tarhana çorbasına yoğun olarak karıştırılmış acı biberle, tereyağı ile üşütmelere çözüm üretilirdi.

Çok üşütenlere şişe vurulurdu.Acıgüneyik (Hindiba) kökü kaynatılır içilirdi.Keten tohumu ezmesi,çörek otu,üzerlik tohumu,bise,sirke,katran,zivt ,zeytinyağı,bal şifa için önerilen ilaçlardı. Neyi ne için verirdi,hangi hastalıklara şifası yok derdi,bilmiyorum.

Köyümüzde o zamanlar öyle çok kar yağardı ki,damlardan kürenen karlarla sokaklar düzleşirdi.Bazen hayvanları suya götürmek için kar altından tüneller açıldığını hatırlarım.O günleri anarken annem rahmetli daha beterlerini bile yaşadıklarını söylerdi.Henüz . küresel ısınma başlamamıştı demek.Daha beteri nasıldı bilemem ama benim şahit olduğum çileler diz boyu idi.

Koca köyün dört çeşmesi vardı.Evlere su almak bile sıra gerektirirken, hayvanların kıra çıkaramayıp çeşmelerden sulamak tam bir kaos oluştururdu.Nasıl kavgasız dövüşsüz halledilirdi o zorlukları, anlamak bugünlerin aklıyla imkansız.
Köy ahalisinin tamamı . sanki tasavvuf tekkesinden mezunmuş,her biri bir Mevlana öğretisinden geçmiş, dervişlermiş gibi.Aslında burada miş takısı haksız kullanıldı.Öyleydiler.Yani Mevlana dervişlerinin çocukları ya da torunlarıydılar.

Ne zaman kapatıldığını bilemediğim bir tekke vardı köyde.Tekkenin eğitim yapılan yerleri yıkılmıştı ama büyük şeyhlere ait mezarların bulunduğu,üstü kara örtüyle örtülü bir harap bina vardı.Geceleri . içinde mumlar yanardı.Uzaktan bakar, yanına varmaya korkardık.O mumları melekler yakar sanırdık.Büyüdüğümüzde tekkeye kendini adamış bir yaşlı kadının yaktığını o ölünce öğrendik.

Köyün tekkesinde görev yapmış büyüklerin mezarları vardı, aşağı mezarlıkta.Baş uçlarında dört beş metre uzunlukta elli atmış santime yakın kalınlıkta mezar taşları dikiliydi.Osmanlıca’yı öğrendikten sonra,yıllar önce üzerlerindeki yazıları okumuştum.Horasan erlerinden, Mevlana hizmetkarı, şeyh ali efendi gibi,isimlerdi. y

Köyde tek cinayet işlenmiş, bilinen tarihi boyunca..Kırsalda bir efe öldürülmüş.Ama bu efenin efeliği çevre köylere de sıçradığından onu öldürenin hangi köyden olduğu bile tesbit edilememiş.Üç köyün sınırında olmuş ki kim vurduya gitsin.
-İyi de oldu, diyorlardı.Herkim vurduysa iyi etti.Şirnemişti.Kanına susamıştı.Sonunda birilerinin canını yakacak kadar efelenmişti.Keskin sirke olmuştu ki küpüne zarar,diyorlardı.
--
Birilerinin ırzına namusuna musallat olmadan vurulması iyi oldu.

Köyde ufak tefek sürüden koyun çalıp yemeler dışında hırsızlık da olmazmış.Onu da yapan genç çobanlar olduğundan çabuk bilinir,hemen kendisinden bir koyun alınıp mağdura verilerek işler halledilirmiş.

Üstelik kış günlerinde köy odalarının şaka şamata sohbetlerine konu olurmuş.Olağan sayılırmış.O yaşlarda bu hep olurmuş.Hasta ziyaretleri,çetin kış şartlarında köye inen kurtlar,büyük indeki ayının yavrusunu kıskanarak muhtar Ahmet’e nasıl taş attığını anlatan hikayelere bir alternatif olsun diye küçük olayların abartılması gerekirmiş.

. Radyo yalnız muhtar odasında,hırsız Yakup’ta ve memiligilin odada olduğundan,oralara da herkes gidemediğinden az haberle yaşanan yıllar,o yıllar.Köyün kendi haberini kendisinin ürettiği,yenisi üretilinceye kadar dile pelesenk edilen eski haberler.Ancak gaza,tuza zam geldiğinde köy dışı haberlerin konuşulduğu zamanlar.

Babam o sabah kahvaltısının ardından anneme,
-Kız,bir şinik haşhaş çıkar da yağ çekip geleyim.Ben bugün eniştemin yağ atölyesini açacağım.Eniştem kasabaya gitti.der demez;
Hemen atıldım.
--Ben de gelebilir miyim baba. Pek adeti değildi ama o gün,gel dedi.
Bu hikayenin çocuk beynime kazınmasında beklemediğim o‘gel’in etkisinin diğer etkenlerin yanında esas oğlan olduğuna inanırım.Sonrakiler çok çok önemli ama,bu aşırı sevinmeme neden olduğundan beynimin daha bir faal hale gelmesine, diğer ayrıntıları mükemmel kaydetmesine sebep olduğuna inanırım.

Hanay evin tahta merdivenlerini o küçük bacaklarımla ,ilk defa tek tek indiğimi anımsıyorum.Koltuk kapısını, hızlı çarpmasın diye bir elimle karşılamadığım için çok sert kapanmıştı.Eğer dedem uyur olsaydı bile uyandırıp kızdıracak kadar hızlı kapanmıştı.Ancak o, zaten her sabah,sabah namazına kalkar,bir daha yatmazdı.Yatsıdan sonra yatmamayı mekruh sayar,gece namazına kalkın diye gelinlerini, oğullarını hep tembih ederdi.Annem ve babam o yaşlarda henüz namaz kılmadıkları için, hep bahaneler uydurur,inşaallah başlayacağız diye dedemi kandırırlardı.Ama amcalarımdan kılanlar vardı sanırım.

Mevlit amcam rahmetlinin kıldığından eminim.O biraz hocaya gitmiş.Kuran okuyup yazan bir o varmış zaten.Diğerleri daha namazlını öğrenemeden rahmetli mektep hocasını jandarmalar sakalından sürükleyerek götürmüşler kasabaya.Hapis yatırmışlar.Bir daha kimse cesaret ederek çocukları toplayıp ta namaz kılmayı öğretecek bilgileri verememiş.

Eee herkes kendi kendine nasıl öğrenecek.O zaman dedemin demelerini bir faydası yok.O da kendi vicdanını rahatlatıyor . güya.Ben kılın dedim,diyecek sorgu meleklerine.

Dedem çift çenetli cümle kapısının hemen yanındaki odasından çıkarak,kapı kasasına tutunup,başını uzattı.Bir seksen boylarında, bedeninde bir gram yağ olmayan, çığ gibi bir delikanlı görünümündeydi. O vücuda yakışan uzun bir boynu vardı.,Nur yüzlü, sünnete uygun bir tutamlık ak sakallı seksenlik dedem,o meşhur mülayim sesiyle,karşısındakini incitmemek için özen gösteren her zamanki tavırlarıyla;
--Ahmet Oğlum,nereye gidiyorsun,diye sordu.
--Eniştemin atölyesini açacağım, baba.Kasabaya gitti de.Bu arada bir şinik haşhaş aldım.Yemeklik yağımız bitmek üzereymiş.Müşteri gelinceye kadar kendi yağımı çıkarayım dedim.dedi.
İyiii.. dedi, dedem ve ekledi;.
-Uzak yere gitme,ben bugün öleceğim.

Yapma baba,dedi, babam.Başını iki yana sallayarak.
Vücut dilinde 
-inanmıyorum demekmiş,o davranış.Yıllar sonra katıldığım bir kişisel gelişim seminerde öğrendim.
--Yapma Allah aşkına,baba…Allah gecinden versin,dedi. Ve yürümek istedi.…

Babam bence de haklıydı.Dedem çakı gibi karşımızdaydı.

Babam bilmiyordu ama dedem akşamla yatsı arasında buğdaydan . yapılmış kavurga bile yemişti...Kütür kütür kavurga yerken dişlerinin tamamının sağlam olduğundan söz edilmişti.Şakalaşmışlardı.Hiç bir şeyden şikayeti yoktu.Hele hele ölümü yakın bir hali hiç yoktu.Dedem,hafif sertleşen,kesinlik ifade eden bir ses tonuyla tekrar;
--Laf dinle oğlum.Uzağa gitme dedim sana.Ben bugün öleceğim,dedi.
Babam; 
--Tamam tamam,uzağa gitmem,köy içindeyim, dedi ve yürüdü..Çift kanatlı cümle kapısını biraz sert açıp,sert kapattı.Uzaklaşır uzaklaşmaz da dedemin aleyhine birşeyler mırıldandı ama ben tam anlayamamıştım.
--Olacak iş mi.Sen nereden bileceksin ne zaman öleceğini, dediğini ve aşağıdaki son cümlesini iyi hatırlıyorum.
-Cık cık cık..Adama bak yahu..Allah Allah.Bugün ölecekmiş..

Babam da dedem gibi uzun boylu olduğundan adımlarına yetişemiyordum.Biraz geride kalınca koşarak yetişsem de,geride kalmaktan asla kurtulamıyordum.O yüzden her söylediğini anlamam mümkün değildi.Ama hem inanmak istemediğini,hem de korktuğunu yüzünden anlamıştım.On dakika önceki neşesi kaybolmuştu yüzünden.

Eğer neşesini yitirmeseydi kesinlikle şu boş araziyi geçerken,kar yağıyor yağıyor,paltomu giyeceğim,ihtiyara varıp ta dede mi diyeceğim türküsünü . mırıldanırdı.Yahut,öküzümüm torbası düşmüş gördün mü.Manda yuva yapmış söğüt dalına türküsünü yani.Ama neşesi kaçmıştı.Sanki daha hızlı giderek, öfkesini yoldan,adımlarından çıkarıyordu.

Köyün dar ve çamurlu yollarında düşmeden menzilimize ulaştığımızda nefes nefese kaldığımı hatırlıyorum.

İlk defa gördüğüm imalathaneyi on dakika kadar oturarak izledim..Merakım ağır bastı,haşhaş ezen silindiri,babamın yakmaya çalıştığı ocağı ve yağ çıkaran bölüm olduğu kurnasındaki yağ izlerinden anladığım makineyi incelemeye koyulmuştum..Babamın keçi kılından bir torbaya silindirde ezip,ocağa sabitlenmiş bir tavada kavurduğu haşhaşları doldururken, koşa koşa kapıya gelen birinin selam bile vermeden;
-Ahmeeeet..Baban ölmüş len..Koş..dediğini hatırlıyorum.
--Deme len,dedi babam..vahhh..tühhh..Şu işe bak yavv.
Babam kendi . kendine konuşuyordu.Haberi veren aynı hızla geri gitmişti çünkü.

Elindeki torbaya kalan haşhaşları doldurmaya devam etti.Koşar adım işkence aletine yerleştirdi.Bir iki tur sıktı..Tam yağ akmaya başlamıştı ki bıraktığı gibi koşmaya başladı.Kapıyı açık bıraktığımızı şimdiki gibi hatırlıyorum.Dönmek istedim,boş ver dedim kendi kendime ve ben de ardı sıra koştum.
--Dedemin dediği çıktı desene..Öleceğim demişti, ölmüş.Nasıl bildi ki diye düşündüğümü,yolun çamurlarında kayıp düşmekten korktuğum için düşünmekten vazgeçtiğimi hatırlıyorum.

Babamdan çok sonra vardım eve.Evde kim var kim yoksa hepsi dedemin odasındaydı.Onca insanın bacaklarının arasından geçerek anneme ulaşmıştım.Dedem bir yatakta uzanmış yatıyordu.Babama;
--Oğlum git, birkaç lokum al gel bakkaldan,dedi.
Anneme de;
-Kızım sen de git bir kaşık yoğurt getir ağzıma ver,siz hiçbir şey öğrenmediniz mi,diyordu..
-Can ürktü bir kere,kim bilir ne kadar eziyet çekeceğiz…Ağzıma bir su veren olmayacak mı içinizden,derken, yataktan doğruldu,oturdu,
-Offf dizlerim,dedi.Hep senin yüzünden kadın bu acılarım.O görüntü şu anda gözümün önüne geldi.Tüylerim diken diken oldu.Yüzündeki acıları farkettim yeniden içim yandı.
Asiye yengeme bakarak söylemişti bu sözü.

Sonradan öğrendiğimize göre,biz gittikten sonra rahmetli kuşluk namazına durmuş.O gün evini temizleme sırası kendisinde olan Asiye yengem dedemi secde ederken bulmuş..Orayı burayı düzeltip,evi süpürürken dedemin secdede öylece durduğunu,hiç doğrulmadığını fark etmiş..Yanına yaklaşarak birazda yakından incelemiş,öldüğünü düşünerek,korkusundan aceleyle kalçasına sertçe dokunmuş;
--Bu nasıl secdeymiş hay koca,demiş..Demesiyle dedemin düşmesi bir olmuş..Dedem rahmetli hızla sol yanı üstüne düşmüş.Düşer düşmez de canlanmış,kendine gelmiş.
--Ahh be kadın..demiş,siz kadınlar, adamı ölürken de rahat bırakmazsınız..Çabuk yukarıdakilere haber ver…. 

Hemen herkes koşuşmuşlar tabii.Yatak sermiş,yatırmışlar.
Babam rahmetli beş dakika kadar sonra elinde bir bez mendile sarılı lokumlarla geldi.Hemen bir tanesini ağzına verdi.İki, belki üç lokumdan yedikten sonra yeter,dedi rahmetli.Ardından birkaç kaşık yoğurt yedirdiler.Herkes şaşkındı.Komşulardan gelerek geçmiş olsun diyenler oldu.Biraz kendine gelince;
-Susun,dedi.
Kendi aralarında usul usul da olsa konuşanlardan . dolayı odanın içinden taşan bir gürültü vardı.Susun,der demez herkes sustu.Otoritesi yerindeydi.Babam rahmetliyi yanına çağırdı.
--Bak oğlum,dedi.Beni iyi dinle.Aşağı mezarlıkta, eskicilerin bahçenin köşesinde, erenler mezarlarının yanında, bir takkeli taş var ya..Biliyorsun değil mi.
--Evet biliyorum baba.Şu sarıklı mezar taşını diyorsun,bildim.
-Hahhh, evet.O taşın dibine ayağını koyacak,beş adım kıbleye doğru gideceksin..Kazmayı oraya vuracaksın.Oradan iki büyük,kızıl mermer çıkacak..O mermerlerin arasında bir muska bulacaksın..O muskayı başımın altına koy.Taşları da başıma ve ayak ucuma dik.Tamam mı.Sakın o taşları ve muskayı bulmadan beni defnetme,dedi.
-Aman Mustafa amca ne defnetmesi,sen kurtuldun inşaallah,iyileştin.Geçmiş olsun,dedi bir komşu..
--Ben bugün öleceğim dedim size.Ayrıca büyük bir rüya gördüm..Gidin köyün hocalarından birini getirin bana.Önce ona anlatayım,danışayım.İzin verirse size de anlatırım,demişti.

Babam koşarak,yeniden köy içine gitti.

Dedem, 
-_Hacıgilin Memiş’i bulun,çağırın gelsin dedi.Onunla helalaşmadım sanırım..

Birileri de Memiş amcayı bulmak için koştu.Demek ki köylünün hepsiyle zaman içinde helalaşmıştı..

Biraz sonra babam nefes nefese geldi.Hocaların ikisi de kasabaya gitmişler,yoklar dedi.
-O zaman anlatamam.Belki de anlatmam sakıncalıdır.Hepiniz hakkınızı yeniden helal edin..

Annem rahmetli durmadan hıçkırıklarla ağladığı için,o anlarda ağlamasını iyice artırdığından bazı konuşmaları takip edemedim.Bir saatten uzun süren olayın bazı bölümlerini o nedenle hatırlamıyorum.Ancak sık sık yattığı yerden oturamağına gelip;
--Offf dizlerim, dediğini iyi hatırlıyorum..

Bir müddet sonra kapıya yakın duran anneme;
-Çekil kızım kapıdan,çocuğu da çek,yelleri dokunmasın,götürmeye geliyorlar, dedi.
Annem iyice bir korkarak,beni de çekiştirip kapıdan uzaklaştı.Yatağın ayakucuna geldi.Ben de tabii..Dedem yattığı yerden;
-Aleykümselam,aleykümselam,aleykümselam,aleykümselam dedi.Demek bir değil birkaç kişi geldi diye düşündüğümü hatırlıyorum.Hani Azrail alırdı canları..

Bir müddet birşeyler dinlermiş gibi durdu,gözlerini yukarıya çevirdi..
--Eşhedü enla ilahe illallah,Muhammed en Resulullah,dedi..Gözlerini kapattı..Başı yana doğru düştü,yüzü kıbleye geldi..Odanın içini feryat figan kapladı…Herkes ağlıyordu.Annemin bacaklarına sarıldığımı hatırlıyorum...Bir de babamın,dedemin ay gibi parlak,o nur yüzünü yorganla örttüğünü...Gerisi...

Mezar kazanlarla birlikte ben de,o küçük yaşıma rağmen mezarlıktayım.Bakalım dedemin dediği taşlar kazılan yerden çıkacak mı.Meraktan çatlayacağım.Kimsenin bana sen ne arıyorsun mezarlıkta dediğini hatırlamıyorum.İlk defa mezarlığın içindeydim..

Ömrüm boyunca,unutmadığım bu olayın benim inancımda ne kadar etkisi olduğunu düşünmüşümdür hep.Onlarca cilt ateizmi savunan . kitap okudum,bir zırnık inancımdan sapmadım.En cahil dönemlerimde bile imanından vazgeçmedim.

O gün babam,dedemin dediği takkeli taşa sol ayak topuğunu dayadı,bir iki üç dört beş dedi.,adımlarını aça aça..
-Burayı kazın dedi, yanındakilere.
Demek ki dedem adımlarını iyi aç demişti.Yahut adım atmanın da bir adabı vardı.

Taşlar ve muska bulununcaya kadar oradan ayrılmamıştım.O üçbeş kişinin zor kaldırdığı kırmızı mermer taşları şu anda resmini çizecek kadar iyi hatırlıyorum.
--Hele len.. Gerçekten bir muska da var, dediklerini de.

Dedeme öyle bir saygı duymuştum,öyle derin bir sevgiyle sevmiştim ki,her bayramda,arifede mutlaka mezarını ziyaret . edeceğime söz vermiştim,kendime..

Elli yıldan fazla zaman geçtiği halde elli kere fatiham nasip olmadı..Mezarı başında yani..On bir yaşımda ayrıldığım köyüme sık gidemedim ki.Uzaktan uzağa ne yapabildiysek,o. Büyüyüp para kazanınca mezarını yaptıracaktım güya..

Geçen yıl ziyaretine gittiğimde mezarın yerini bulamadım.O mezarın başına dikilen taşlar ve o meşhur takkeli taş yok olmuştu..Hatta erenlerin başındaki üç dört metrelik uzun sütunlar da yok olmuş.Kırık dökük yerlerdeler.

Cehalette ebu cehile rahmet okutacak kadar cahil bırakılan neslimiz müslüman mezarlığında,üstelik tekkenin şeyhlerinin mezarlarında altın aramışlar..Ortalığı talan etmişler.O tarihi sütunları kırmışlar.Takkeli taşın takkesi kırılmış, sökülüp bir kenara atılmış.Takke yani . sarıklı kısmı alıp götürülmüş, belli.

Yanımda ziyarete götürdüğüm, eşim,çocuklarım,biraderim,onun çocukları ve torunlarım vardı.Hepsine karşı çok mahcup oldum.Bu hikayeyi kendilerine anlatarak götürmüştüm..O mezarlıktaki perişanlık içimi yaktı.. Dua okurken gözyaşlarıma hakim olamadım.

Benim hıçkırıklarla ağladığımı gören herkes ağlayarak amin derken,torunlardan biri; 
-Niye ağlıyorsunuz, dedi.Beş yaşlarındaydı.
Benim bu hatırayı yaşadığım yaştaydı.

--Dede niçin ağladın.Sen ağlayınca herkes ağladı, dedi.
--Benim de bir zamanlar bir dedem vardı ona ağladım kızım, dedim..

Kendi halimize ağladığımı anlatamadım..