20 Aralık 2014 Cumartesi

ÇABUK ZENGİN OLMAK İSTEYEN ..




İki altın arayıcısı, California'daki bir dağın yamacında canlarını dişlerine takmış çalışıyorlardı, iki aydan beri bir türlü ulaşamadıkları o son madenin peşindeydiler.

Senelerden beri bu işle uğraşan Bill'de hiçbir bıkkınlık işareti yoktu. Fakat, bu yorucu çalışma, California'ya sadece gezmek için gelmiş olan Sam'ın canına tak etmişti. Bill ısrarla:"Yanımdan ayrılma Sam!" diyordu. "Bir gün mutlaka altın bulup zengin olacağız!"

Sam ise "Kim bilir?" demekle yetiniyordu. Kazmayı her savuruşunda adaleleri kopacak gibi ağrıyor, sıcak güneş sırtını yakıp tutuşturuyordu. Akşama doğru, Bill birden bir sevinç çığlığı attı: "İşte Sam! Görüyor musun, altın tozlarını görüyor musun?" Sam parıldayan bir iki toz parçasına hoşnutsuzca bakarak "bir şeye benzemiyorlar ki" dedi.

Ertesi gün, Bill ile Sam akşama kadar çalıştıkları halde çok az altın buldular. Sam artık bıkmıştı. Kulübeye döndükten sonra, elbiselerini değiştirdi ve Bill'e şöyle bir not yazdı: "Bill, bulacağın bütün altınlar senin olsun. Bu kadar çalışmayı kaldıramıyorum. Zengin olmanın herhalde daha kolay bir yolu vardır."Sonra, bir daha dönmemek üzere oradan ayrıldı.

Bill, Sam'in yazdığı notu okuyunca sadece omuzlarım silkti ve işine döndü. Çok geçmeden bütün kaplarının dibinde tabaka tabaka altın buldu. Artık zengin olmuştu!

Bir saat daha fazla çalışmış olsaydı, Sam de hemen oracıkta büyük bir servetin sahibi olacaktı. Ama o zamanda, dünya, Samual Langhorne Clemens'in, yani bir zamanların altın arayıcısı Sam'in, daha sonraları "Mark Twain" takma adıyla yazdığı paha biçilmez eserlerinden mahrum kalacaktı!

resim kaynak

13 Aralık 2014 Cumartesi

Ödünç Kriko



Bir adam gece yarısı şehrin dışında arabasıyla gidiyordu. Birden lastiği patladı. Lastiği değiştirmek için bir kriko gerekiyordu, ama krikosu yoktu. Kendi kendine:
'Bir kriko lazım' dedi.
Uzakta bir ışık gördü ve şöyle düşündü:
Talihim varmış. Çiftçi uyumamış. Kapıyı çalar, başıma geleni anlatır, 'Bana ödünç bir kriko vermek lütfunda bulunur musunuz?' derim. O da 'Hay hay arkadaş! Al, işini gör, fakat işin bitince geri getir' der.
Adam eve doğru yürümeye başladı. Fakat biraz ilerlemişti ki, ışık söndü. Bu işe canı sıkılan adam kendi kendine şöyle düşündü:
Şimdi adam yattı. Rahatsız ettiğim için kızacak ve belki alet için bir miktar para isteyecek. Ben de, 'Pekala, bu insanlığa yakışmaz; ama size çeyrek dolar veririm' diyeceğim. O da 'Hem gece yarısı beni yataktan kaldıracak, hem de çeyrek dolar vereceksin ha? Ya bir dolar verirsin veyahut gider, başka yerde ararsın krikoyu' diyecek.
Bu sırada adam kendi kendine iyice öfkelenmişti. Bahçe kapısına geldi ve mırıldandı:
'Bir dolar ha! Pekala, sana bir dolar vereceğim; ama bir tek kuruş daha vermem. Ah, şu kaza olmasaydı, kriko da lazım olmayacaktı. Zararı yok, şimdi istediğin parayı vereceğim. Yalnız, bunun düpedüz bir dolandırıcılık olduğunu unutma!'
Bu düşüncelerle evin kapısına varmıştı. Kapıyı hızlı hızlı ve şiddetle vurdu. Çiftçi kapının üzerindeki pencereden başını uzatarak aşağı seslendi.
'Kim o? Ne istiyorsun?'
Adam durdu ve kapıya bir yumruk daha indirdikten sonra bağırdı.
'Senin de, krikonun da canı cehenneme! Malın sende kalsın!'"

resim kaynak

4 Aralık 2014 Perşembe

Steve Goodier'in 'Bir Dakika Hayatinizi Değiştirebilir' adlı kitabından





Tanrıdan gururumu yok etmesini istedim.
Tanrı 'Hayır dedi
Gurur benim yok edebileceğim bir şey değil,
Senin bırakabileceğin bir şeydir.' dedi.

Tanrıdan sakat çocuğumu iyileştirmesini istedim.
Tanrı 'Hayır, dedi
Onun ruhu sağlam, vücut o kadar önemli değil, O geçici bir şeydir.' dedi.

Tanrıdan Bana sabır vermesini istedim.
Tanrı 'Hayır, dedi
Sabır büyük acılar çekilerek öğrenilebilecek bir şeydir. Sabır verilmez,
hak edilir.' dedi.

Tanrıdan Beni mutlu etmesini istedim.
Tanrı, 'Hayır, dedi
Ben sadece nimetlerimi sunarım, Mutlu olmak sana bağlı.' dedi.

Tanrıdan Beni çektiğim acılardan kurtarmasını istedim.
Tanrı 'Hayır,dedi
Çektiğin acılar günlük kaygılarının önemsizliğini anlamanı, onlardan
uzaklaşmanı ve bana daha çok yaklaşmanı sağlar.' dedi.

Tanrıdan Ruhumu olgunlaştırmasını istedim.
Tanrı 'Hayır, dedi
Kendi kendine olgunlaşmalısın, ama meyvelerini alman için yardım
edeceğimden emin olabilirsin.' dedi.

Tanrıdan Hayatı sevmemi sağlayacak her şeyi istedim.
Tanrı, 'Hayır, dedi
Ben sana hayatı vereceğim. Böylece hayata dair her şeye ancak sen sahip
olabilirsin.' dedi.

Tanrıdan,
Tanrıya duyduğum sevgiyi, başkalarına da duyabilmeyi istedim.
Tanrı söyle dedi:
'Ohhh! Nihayet doğru bir şey istedin.'
Ruhu olgunlaşmamış bir kul Tanrıya hep 'bana ... ver' ile biten dualar
eder. Olgunlaşmış bir ruh ise '. vermemi sağla' diye bitirir dualarını...
..........

Steve Goodier'in 'Bir Dakika Hayatinizi Değiştirebilir' adlı kitabından
alınmıştır 

15 Kasım 2014 Cumartesi

NASIL İNSAN OLURUZ



Bir bilgeye " Nasıl insan oluruz ?" diye sormuşlar.

"Üç adım atlama" gibi bir cevap vermiş bilge kişi:

Önce sana kötülük yapanlara kötülük düşünmemen gelir, İnsanlığa attığın ilk adım budur...

Sana kötülük yapanlara iyilik yapabildiğin an ise ikinci büyük adımı atar ve hakiki insan olmaya başlarsın.

Nihayet, sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark hissetmeyecek hale geldiğin zaman insan olursun.
resim kaynak

26 Ekim 2014 Pazar

JACK VE BOB ' UN HİKAYESİ




Jack yavaşlamadan önce Takometreye baktı: Hız limitinin 50 olduğu yerde 73 ile gidiyordu ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu. Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilirdi? Jack arabasını sağa çekti. "İnşallah su anda yanımızdan daha hızlı bir araba geçer" diye düşünüyordu. Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi. Bob? Bu Polis Kiliseden Bob degil mi? Jack iyice arabasının koltuğuna sindi.  Bu durum bir cezadan daha kotuydu.Kiliseden tanıdığı bir Polis, arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu. Hemde hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal  ettiği için.
  "Merhaba Bob. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz çok ilginç" 
  "Merhaba Jack"
 Bob gülümsemiyordu.
"Beni, karimi ve çocuklarımı görmek için eve giderken yakaladın"
"Evet öyle" 
Bob umursamaz görünüyordu.
"Son günler  eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun suredir hiç görmedi. Ayrıca Diana bana bu aksam Patates ve biftek yiyeceğimizi söyledi. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"
"Evet ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik kurallarını ihlal ettiğini de biliyorum." diye cevapladı Bob.
"Eyvah! Bu taktik fazla ise yaramayacak gibi. Taktik değiştirmek gerekli"diye duşundu Jack "Beni kaç ile giderken yakaladın?"
"Yetmiş.Lütfen arabana girer misin?" dedi Bob.
"Ah Bob,bekle bir dakika lütfen.Seni gördüğüm anda Takometreye baktım.Sadece 65 ile gidiyordum."
"Lütfen Jack, arabana gir" diye üsteledi Bob.Jack cani sıkkın bir şekilde arabasına girdi, kapıyı çarparak kapattı.Bob not defterine bir şeyler yazıyordu."Bob niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatını istemiyor ki" diye duşundu Jack.
    Ne olursa olsun, bundan sonra kilisede bu adamın yanına oturmaktansa, birkaç Pazar Jack kiliseye gitmeyecekti. Bob kapıyı tıklatıyordu.Jack arabasının penceresini 5 cm kadar açtı. Bob Jack'a bir kağıt verdiğe gitti."Ceza değil bu" diye kendi kendine söylendi Jack. Bir anda sevinmişti.Bu bir yazıydı ve kağıtta şunlar yazıyordu:    
   "Sevgili Jack, benim bir kızım vardı. Altı yasındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından olduruldu. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı.3 ay hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden çıkınca kendi çocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar koklayabildi. Ama ben... Ben kızımı tekrar koklayabilip,öpebilmek için, cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor.Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kerede başardığımı zannettim.Belki başarmışımdır, ama hala kızımı düşünüyorum. Lütfen benim için dua et ve dikkat et Jack, tek bir oğlum kaldı."Jack 15 dakika kadar bir sure yerinden kıpırdayamadı. Daha sonra kendine gelip, yavaş evine gitti. Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı.Hayat çok değerli, sürekli dikkat et. Dikkatli araba kullan ve başkalarının hakkına saygı göster. Hiçbir zaman unutma, istediğin kadar araba satın alabilirsin, ama insan hayatini alamazsın.  
resim kaynak

13 Ekim 2014 Pazartesi

Thoas ile Tereza

   


On yıl önce, karısından boşandığında, başkalarının evlilik kutlamaları gibi o da boşanmasını kutlamıştı. Bildiği kadarıyla bir kadınla aynı evin içinde, birlikte yaşayabilecek yaradılışta değildi, ancak bekarken tam anlamıyla kendi kendisi olabiliyordu.Yaşamını hiçbir kadının gelip de elinde bavuluyla içine yerleşemeyeceği biçimde kurmaya çalışmıştı. Dairesinde tek bir yatak olması bundandı. Yatak yeterince genişti gerçi ama Tomas yattığı kadınlara yanında biri varken uyuyamadığını söyler, onları gece yarısını geçe arabasıyla evlerine götürürdü.
     Onu ilk ziyaretinde Tereza'yla yatmaktan alıkoyanda nezle değildi. İlk gece geniş koltuğunda uyumuş, haftanın geri kalan günlerinde de her gece arabayla hastaneye gitmişti.Oradaki bürosunda açılır kapanır bir karyolası vardı. Oysa bu defa kızın yanında uyudu. Ertesi sabah uyandığında,hala uyumakta olan Tereza'nın elini tuttuğunu gördü.Bütün gece elele mi yatmışlardı yoksa? İnanılacak gibi değildi. Kız uykusunda derin derin soluk alır ve Tomas'ın elini tutarken (sımsıkı; elini kızın elinden kurtaramadı) o son derece büyük bavul da yatağın kenarında duruyordu. Onu uyandırmaktan korktuğu için elini elinden çekip kurtarmaktan kaçındı ve daha iyi görebilmek için yavaşça ondan yana döndü. Tereza'nın üzeri katranlanmış sazdan bir sepete konulup,nehir aşağı yollanan bir çocuk olduğunu bir kere daha geçirdi aklından. İçinde bir çocuk barındıran sepeti dalgalı bir nehirde başıboş bırakamazdı, değil mi? 
     Firavunun kızı,küçük Musa'yı taşıyan sepeti dalgalardan çekip almamış olsaydı,ne Ahdi Atik ne de içinde yaşadığımız uygarlık olmayacaktı! Antik Çağa ait birçok efsane, bırakılmış bir çocuğun kurtarılmasıyla başlamaz mı? Polybus küçük Oedipus'u kanatlarının altına almamış olsaydı, Sofokles en güzel tragedyasını yazamayacaktı! Thomas daha o zamanlar eğretilemelerin tehlikeli olduğunu bilmiyordu. Eğretilemelerle oyun olmaz. Tek bir eğretileme aşkı doğurabilir.
resim kaynak

9 Ekim 2014 Perşembe

PAPA ve MOİZ



Yüzyıllar önce Papa bütün Yahudilerin Roma'yı terk etmeleri gerektiğine karar verir. Doğal olarak Yahudi toplumundan büyük bir tepki gelir. Bunun üzerine Papa, Yahudi toplumundan önde gelen birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmalarını önerir. Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gidecekler.
Yahudiler çaresiz kabul eder ve temsilci olarak Moiz'i seçerler. Ancak Moiz'in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakerede konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler. Papa kabul eder.
Müzakere günü geldiğinde, iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar ve karşılıklı olarak bir süre bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır. Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir. Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir. Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkartınca; Moiz de bir elma çıkartır. Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak: "Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler", der.
Müzakere sonrasında Papa'nın etrafına toplanan kardinaller Papa'ya ne olduğunu sorduklarında Papa;
- Ben önce 3 parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek tanrıyı tanıdığını söyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek tanrının bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek tanrının onların durduğu her yerde olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp tanrının bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Adamın her şeye bir cevabı vardı. Ne yapabilirdim ki?
Tabi aynı sıralarda, Yahudi cemaati de Moiz'in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı. Moiz:
- Önce bana 3 parmağını gösterip 3 gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.
- Sonra ne oldu?, diye kalabalık heyecanla sordu.
- Valla, sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!...
İnsanların ne konuştuğu değil, ne anladığı önemlidir...

27 Eylül 2014 Cumartesi

YANKI






Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarken birden oğlan takılıp düşüyor ve canı yanıp "AHHHHH" diye bağırıyor. İleride bir dağın tepesinden "AHHHHH" diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor. Merak ediyor ve "SEN KİMSİN?" diye bağırıyor. Aldığı cevap "SEN KİMSİN?" oluyor. Aldığı cevaba kızıp "SEN BİR KORKAKSIN" diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses "SEN BİR KORKAKSIN" diye cevap veriyor.
Çocuk babasına dönüp "BABA NE OLUYOR BÖYLE?" diye soruyor."OĞLUM" diyor adam, "DİNLE VE ÖĞREN!" ve dağa dönüp "SANA HAYRANIM" diye bağırıyor. Gelen cevap "SANA
HAYRANIM" oluyor. Baba tekrar bağırıyor, "SEN MUHTEŞEMSİN!". Gelen cevap "SEN MUHTEŞEMSİN!". Oğlan çok şaşırıyor, ama halen ne olduğunu anlayamıyor.
Babası açıklamasını yapıyor. "İnsanlar buna `Yankı` derler, ama aslında bu `Yaşam`dır. Yaşam daima sana verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman, daha çok sev! Daha fazla şevkat istediğinde, daha şevkatli ol! Saygı istiyorsan
insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır, her kesiti için geçerlidir."
Yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarınızın aynada bir yansımasıdır.

21 Eylül 2014 Pazar

VERMEYİNCE MABUD...

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.

Tıkandı Baba, çay getir!..

Tıkandı Baba, kahve getir!..

Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.

– Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?

– Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.

– Anlat Baba anlat! Merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.

Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;

Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, herbirinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.

Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.

Ben yine açmak için uğraşırken bir zat göründü ve:

“Tıkandı Baba, tıkandı. Uğraşma artık”, dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.

Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına:

“Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş.

Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.

– “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya.

Taze baklava, güzel baklava!

Bu esnada oradan geçen bir adam baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.

Müşteri baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış ki her dilimin altında altın var. Ertesi akşam adam acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş.

Müşteri hiçbir şey olmamış gibi: “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş. Tıkandı Baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve adam da her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut:

“Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım” deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan:

– “Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş.

– Geldi sultanım!

– Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?

– Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.

Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.

“Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel” deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.

“Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda, düştü düşecek. Sultan demiş;

“Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar” demiş ve askerlerden birini çağırmış.

“Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.

Padişahın adamları ’peki’ deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.

Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.

Baba, “niçin?” demiş. Askerler:

“Hele sen bir beğen bakalım” demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline.

“Ne olacak şimdi” demiş.

“Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demiş.

Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişah’a haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:
“VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT!


resim kaynak

8 Eylül 2014 Pazartesi

HER ŞEY DE BİR HAYIR VARDIR :)



Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
 

Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
 

"Bunda da bir hayır var!"
 

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın başparmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:
 

"Bunda da bir hayır var!"
 

Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
 

"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?"
 

Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
 

Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
 

Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
 

"Haklıymışsın!" dedi.
 

"Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi."
 

"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı.
 

"Bunda da bir hayır var."
 

"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral.
 

"Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."
 


"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene!!!..."


resim kaynak

31 Temmuz 2014 Perşembe

ZAMAN DEDİĞİN



 10 yılın değerini anlamak için,
yeni boşanmış çifte sorun.

1 yılın değerini anlamak için,
Sınıfını geçemeyen bir öğrenciye sorun.

9 ayın değerini anlamak için
yeni doğum yapmış bir anneye sorun.

1 ayın değerini anlamak için,
Dünyaya prematüre bebek getiren bir anneye sorun.

1 haftanın değerini anlamak için,
Haftalık derginin editörüne sorun.

1 saatin değerini anlmak için,
buluşmak için birbirini bekleyen aşıklara sorun.

1 dakikanın değerini anlamak için,
uçak,tren,veya otobüsü kaçıran birine sorun.

1 saniyenin değerini anlamak için,
Kaza geçirmiş bir insana sorun.

1 milisaniyenin değerini anlamak için,
Olimpiyatlarda gümüş madalya almış birine sorun.

29 Temmuz 2014 Salı

Bir ipin hesabını veremedim



Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum" diye vasiyet etmiş. Öldüğünde "Kim birlikte
 kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal,

-Benim sadece bir ipim var, kaybedecek ...bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş.

Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde.Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar. -O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış. - Tamam, servetin yarısı senin, demişler.

- Aman, demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?


18 Temmuz 2014 Cuma

Kız Çocukları...



Zengin bir çift, Meksika'da bir tatil beldesine geldiler.

Adam arkadaşlarıyla golf oynamak için golf sahasına yöneldi. Kadın yılda bir kez düzenlenen ve aradığı antika eşyaları bulacağına emin olduğu özel bir açık artırmaya davetliydi.

Kendisini açık artırmanın yapılacağı yere götürmesi için bir taksi çevirdi. Yolda taksi sürücüsü direksiyon hakimiyetini kaybetti ve bir at arabasına çarptı.

Hayvanlar ve at arabasının üzerindeki meyveler dört tarafa saçıldı.

Çarpmanın etkisiyle at arabasının üzerinde oturmakta olan 10 yaşında iki çocuk fırlayıp çalıların arasına düştü.

Kadın başından yaralanmış olduğu halde çocukların iyi olup olmadıklarını görmek için yanlarına koştu. Çocuklar sersemlemişlerdi ve kanlar içindeydiler.

Kadın yanlarına yaklaşınca korkuyla geri çekildiler.

Kadın onların güvenini kazanmak için dört küçük çocuğuyla çektirdiği bir fotoğrafını çıkardı. Fotoğrafı daha iyi görmek için kadına yaklaşan çocuklardan biri kırık dökük bir İngilizce ile sordu:

- " Sen anne?"

Kadın gülümsedi. " Evet, ben anne."

Çocuklar hemen kadının kucağına atıldılar ve ona sarılıp titremeleri geçene kadar öylece kaldılar. Kadın birinin bacağında derin bir yara olduğunu gördü.

Etrafta bez parçası bulamayınca pahalı elbisesinden bir pa koparıp yarayı sardı.

Taksi sürücüsü yardım getirmeye gitmişti. Hep birlikte beklerken yanlarında külüstür bir araba durdu. Sürücü, para verirlerse, onları güvenli bir yere götüreceğini söyledi.

Kadın " Memnuniyetle" dedi. Ama çocuklar meyvelerin yanından ayrılmak istemiyorlardı. Bunları satmak için pazara gidiyorlardı ve akşam eve elleri boş dönerlerse başlarına belâ açılırdı. Kadın çocuklara 25'er dolar verdi, bu yeter de artardı.

Hastaneye vardıklarında çocukları hastaneye kabul etmediler, ta ki kadın tedavi masraflarını vereceğini söyleyene kadar.

İki saat sonra işleri bitince kadın çocukları eve götürmek üzere bir limuzin çağırdı. Ne kadar şanslı olduklarını görüp sevinen çocuklar limuzine bindikten sonra aralarında İspanyolca konuşmaya başladılar.

Kadın duyduklarının tek bir sözcüğünü bile anlamıyordu, ama onların neşeli halleri hoşuna gidiyordu. Yolda bir yerde çocuklar sürücüden durmasını istediler.

Limuzinden inip küçük bir kızın devrilmiş oyuncak arabasını düzeltmesine yardım ettiler. Onu ve iki kız arkadaşını kendileriyle birlikte limuzine davet ettiler. Şimdi beşi birden hiç durmamacasına konuşuyorlardı.

Köye varana kadar çocuklar şoförü birkaç kere daha durdurup başka kızları da limuzine aldılar. Köye ulaştıklarında arabayı doldurmuşlardı.

Köyde çocuklar arabadan inip gözden kayboldular. Ama daha kadın oradan ayrılmadan yeniden arabanın çevresinde belirdiler. Her birinin elinde birer külah dondurma vardı.

Kadın, şoföre, " Neden değerli paralarını yabancılara dondurma alarak harcıyorlar?" diye sordu."

Ve bu küçük kızlara neden bu kadar kibar davranıyorlar?"

Şoför çocuklara döndü. Gülümseyişleri, yılbaşı ağaçları gibi ışıl ışıldı. Kadına sıkı sıkı sarılıp gururla yanıt verdiler, "Tenemos que cuidarles a ellas especialmente, porque algun dia ellas van a ser una madra para alguien."

" Ne diyorlar?" diye şoföre sordu kadın.

" Onlara özel bir ilgi göstermeliyiz, çünkü bir gün onlar da sizin gibi, birinin annesi olacaklar!"

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Kırmızı Oyuncak Araba



Arkadaşım Gayle dört yıldan bu yana kansere karşı yaşam mücadelesi veriyordu.

Diğer arkadaşlarımla birlikte onu ziyarete gittiğim bir gün çocukluk düşlerimizden söz ediyorduk. Gayle başını pencereye doğru çevirdi. Gözleri çok uzaklarda, sesi sitem dolu “Ben, kumandalı, kırmızı bir oyuncak arabamın olmasını isterdim hep, ama doğum günümde ne istediğimi söylersem; dileğimin gerçekleşmeyeceği korkusuyla hiç kimseye söyleyememiştim bunu. Bu nedenle de asla radyolu, kırmızı bir oyuncak arabam olmadı.” dedi. 

Gayle’i ziyaretimden bir kaç gün sonraydı. Çok sevdiğim dondurmayı almak için sırada beklerken birden dondurmacının vitrinindeki kırmızı oyuncak arabayı gördüm. 

Yanına da bir not iliştirilmişti: "Dondurmanızı alırken vereceğimiz kuponu doldurmayı unutmayın, belki de çekiliş sonunda bu kumandalı araba sizin olabilir." 

Hemen Gayle’in sözleri geldi aklıma. Bir kaç hafta boyunca sürekli dondurma alıp , verdikleri kuponları doldurdum. Hiç bir çekilişte de kazanamadım. Bu kırmızı arabayı mutlaka Gayle’e almalıydım. 

Dördüncü haftanın sonunda artık çekilişte kazanmaktan ümidimi yitirmiştim. 

Dükkan sahibi ile konuşarak bana bu arabalardan bir tanesini satmalarını rica ettim. 

Dükkan sahibi dört haftadır hergün dondurma alıp, kuponları doldurduktan sonra büyük bir heyecanla çekiliş sonuçlarına baktığımın gözünden kaçmadığını söyledi. 

Ardından da gözlerimin içine bakarak: 

"Söyler misiniz, neden bu kadar çok istiyorsunuz bu arabayı? "diye sordu. 

Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ona arkadaşımdan söz ettim. Çok etkilenmişti. 

"İstediğiniz oyuncak arabayı verdiğiniz adrese göndereceğim" dedi. 

Yazdığım çeki masanın üstüne bırakarak , büyük bir mutlulukla evime geldim. 

Ertesi günü Gayle’i ziyarete gittiğimde gözleri ışıl ışıldı. 

Elindeki kırmızı oyuncak arabayı göstererek küçük bir çocuk heyecanıyla: "Bak" dedi. "Bunca yıl bekledim ama nihayet dileğim gerçekleşti, hem de tam istediğim gibi !" 

Ertesi günü postacı bir zarf uzattı elime. 

Açıp okumaya başladım: 

"Sevgili Bonnie, annem ve babam da kanserdi ve ikisinide, altı ay gibi kısa bir sürede kaybettim. İkisi içinde çok çabaladım ama doğrusu dostlarımın sevgisi ve cömertliği olmasaydı hiç bir şey yapamazdım. Gerçek dostlarım olduğu için kendimi hep şanslı hissettim. Gayle’de senin gibi bir dostu olduğu için çok şanslı. En iyi dileklerimle. Norma" 

Dondurma dükkanının sahibiydi mektubu yazan. 

Benim, masasına bıraktığım çek de zarfın içindeydi.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

İstenmeyen Misafir...



Askerliğini bitirmiş olan genç askerliğini yaptığı şehirden ailesini aradı:
-Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum.
-Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz, diye cevapladılar.Oğulları,
-Bilmeniz gereken bir şey var diye devam etti.
-Arkadaşım savaşta ağır yaralandı.Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti.Gidecek hiçbir yeri yok, ve onun gelip bizimle kalmasını istiyorum.
-Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.
-Hayır. Anne,baba,onun bizimle yaşamasını istiyorum.
-Oğlum,dedi babası,bizden ne istediğini bilmiyorsun.Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur.Bizim kendi hayatımız var,bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz.Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin.O kendi başının çaresine bakacaktır.Oğlu o anda telefonu kapattı.Ailesi ondan bir süre haber alamadı.Ama birkaç gün sonra,polisten bir telefon geldi.Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler.Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu.
Üzüntü dolu anne-baba oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler.Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler:
Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı....

10 Temmuz 2014 Perşembe

O bahar günü...


O yıl New York'ta kış, nisanın sonuna kadar uzamıştı. Kör olduğum ve yalnız yaşadığım için çoğunlukla evde kalmayı yeğledim.Sonunda bir gün soğuk hava gitti; bahar kendini gösterdi. Hava coşkulu bir kokuyla dolmuştu. Arka bahçeye bakan pencerenin önünde küçük, neşeli bir kuş devamlı cıvıldıyor, sanki beni dışarıya çağırıyordu.

Nisan ayının değişken havasını bildiğimden kışlık mantoma sarıldım. Fakat havanın değişmesi üzerine yün kaşkolumu, şapka ve eldivenlerimi bıraktım. Üç çatallı bastonumu alıp neşeyle sundurmaya çıktım ve kaldırımın yolunu tuttum. Yüzümü güneşe doğru kaldırıp, onu selamlayan bir gülümseme sundum. Sessiz çıkmaz sokağımızda yürürken kapı komşum "Merhaba" diyerek seslendi ve gideceğim yere götürmeyi teklif etti: "Hayır, teşekkür ederim. Şu bacaklar bütün kış dinlendi. Eklemlerimin harekete ihtiyacı var. Bu yüzden yürüyeceğim" diye cevap verdim. Köşeye vardığımda alışkanlıkla durdum. Birinin gelip yeşil ışık yandığında beni karşıya geçirmesini bekledim. Nedense bu sefer, öncekilere göre daha uzun süre beklemiştim ve hala hiç kimse teklifte bulunmamıştı. Sabırla beklerken, eskiden hatırladığım bir melodiyi mırıldandım; çocukken öğrendiğim "Hoş geldin bahar..." şarkısıydı.Birden güçlü bir erkek sesi konuştu: "Sesinizden çok neşeli bir insan olduğunuzu hissettim. Sizinle caddeyi birlikte geçme şerefini bağışlar mısınız bana?" Kibarlıkla iltifat görünce gülerek başımı salladım ve duyulabilir bir sesle "Evet" dedim.Kibarca koluma girdi ve birlikte kaldırımdan yola indik. Yavaşça yolun karşısına geçerken, konuşulabilecek en iyi konudan, havadan konuştuk. Adımlarımızı birlikte atarken hangimiz rehber, hangimiz yardım alıyor, belli olmuyordu. Yolun karşısına varmamıza az kala ışığın değiştiğini anlatırcasına kornalar sabırsızca çalınmaya başladı. Kaldırıma çıkmak için birkaç adım daha attık. Ona dönüp, bana eşlik ettiği için teşekkür etmek üzere ağzımı açmıştım ki, ben daha bir şey söylemeden o konuştu: "Bilmem farkında mısınız? Sizin gibi neşeli bir insanla karşıya geçmek benim gibi bir kör için ne kadar muhteşem bir şey".

O bahar gününü hiç unutmayacağım.

"Bazen evrende kendimizi en yalnız hissettiğimizde, sıkıntımızı atlatmak ve farklılığımızı ve yalnızlığımızı hafifletmek için Tanrı bize, aynadaki aksimiz gibi bir ikiz gönderir.

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Kahve



Bir zamanlar her şeyden sürekli, şikayet eden,hayatın ne kadar berbat
olduğundan yakınan bir kız vardı.

Hayat, ona göre, çok karmaşık ve sürekli savaşmaktan, mücadele
etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu
karsısına.

Yine kızın bu yakınmaları karsısında, mesleği aşçılık olan babası ona
bir hayat dersi vermeye niyetlendi.

Bir gün onu mutfağa götürdü üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin
üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir
patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini
koydu.. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı
Kızıda hiçbir şey anlamadı, bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda
karsIlaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu.

Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar
bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına
cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi
kapattı.

Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu.ikincisinden
yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu.Daha sonra son cezvedeki
kahveyi bir fincana boşalttı.

Kızına dönerek sordu:

- Ne görüyorsun ?
- Patates, yumurta ve kahve !! diye alaylı bir cevap verdi kızı.

Daha yakından bak bir de dedi baba, patatese dokun.Kız denileni
yaptı;ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.

Ayni şekilde,yumurtayı da incele. Kız,kabuğunu soyduğu yumurtanın
katılaştığını gördü.

Sonunda kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni
yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı.

Ama yinede bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:

Bütün bunlar ne anlama geliyor baba ?

Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de ayni
sıkıntıyı yasadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını
anlattı. Ama her biri bu sıkıntının karsısında farklı tepkiler
vermişlerdi. Patates daha ince sert, güçlü ve tavizsiz
görünürken,kaynar suyun içine girince yumuşamaları ve güçten düşmüştü.
Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğu içindeki sıvıyı
koruyordu. Ama kaynar suda kalınca,yumurtanın içi sertleşmiş ve
katılaşmıştı.

Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde
kalınca,kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya
tamamen yeni bir şey çıkmıştı.

Sen hangisisin? diye sordu kızına.

Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin ?

Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi kalbini mi
katılaştıracaksın? Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her
olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat
katmasına izin mi vereceksin?

4 Temmuz 2014 Cuma

En Samimi Blog(lardan biri) :)


deep beni mutlu eden bir ödül vermiş bana :)) teşekkür ediyorum ( geç olduğu içinde ayrıca özür diliyorum.)

2 Temmuz 2014 Çarşamba

dört mahalleli kasaba





Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede Evetama’lar yaşıyormuş. Evetama’lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise “evet, ama” diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.
İkinci mahallede Yapıcam’lar yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.
Üçüncü mahallede yaşayan Keşkeci’lerin, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke’cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!
Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İyikiyaptım’lar otururmuş. Keşkeci’ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.
Yapıcam’lar Keşkeci’lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.
Evetama’larise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş.
İyikiyaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!.

resim kaynak

23 Haziran 2014 Pazartesi

Büyü dükkani


Uzak diyarlardan birinde bir ülkede, yemyesil tepelerin arasinda, kisin bembeyaz bir kar örtüsü ile, baharda rengarenk kir
cicekleri ile kaplanan bir vadi vardi. Ortasindan küçük bir irmagin gectigi bu vadi "Buyulu Vadi"
olarak anilirdi. Ona bu adi veren ise, vadideki ilginç bir dukkan ile, bu
dukkanda yasananlardi. Unu ulkenin dort bir yanina yayilmis olan dukkanin
adi "Büyü Dükkani" idi.

Buyu Dukkani'nin sahibi, ak sacli, ak sakalli bir ihtiyardi. Burasi, ayni zamanda onun yasadigi yerdi. Bu nedenle, dukkanin
disaridan goruntusu tipki bir ev gibiydi. Uc tarafinda da yesil cerceveli pencerelerin oldugu, tamami
ahsaptan yapilmis olan bu binaya, bir verandadan giriliyordu. Iceri girer girmez, ilginc esyalarla donanmis oldukca genis bir oda ile
karsilasiyordunuz. Buyuk bir kütüphane, uzerlerinde cok sayida esyanin bulundugu raflar, masa ve konsollar dukkanin dort bir tarafini kapliyordu.
Ancak bu kalabalik goruntu icinde cok etkileyici bir duzen goze carpiyordu. Butun esyalar, belli bir estetik icinde duruyor ve bu estetik hicbir zaman
bozulmuyordu. Buyu Dukkanini cevreleyen pencereler, icerdeyken bile gunun aydinligina ve vadinin güzelligine hakim olmaniza izin veriyordu. Dukkanin
icinde, arka taraftaki bolmeye acilan bir kapi vardi. Bu bolmede mutfak,
banyo ve yatak odasi bulunuyordu. Dukkana gelen musteriler, arka tarafa acilan kapiyi daima kapali gorurlerdi.

Her insanin, yasaminda cok istedigi ancak sahip olamadigi birseyler vardir. Ya da sahip olup kaybettigi seyler.. Bazen de sahip oldugu ancak kurtulmak
istedigi seyler... Iste butun bunlar, o ulkede yasayan insanlarin bir kismi icin, Büyü Dükkani'na gelme nedeniydi. Bu dükkanda, isteklerinizi
sinirlamak zorunda degildiniz. Müsteriler, hayal edebildikleri herseyi isteme ve alma hakkina sahiptiler. Tabii, bedelini ödedikleri takdirde...
Her yerde oldugu gibi bu dükkanda da almak istediginiz seyin bir bedeli vardi. Bu bedelin ne olacagi, dükkan sahibiyle yaptiginiz pazarlik sonucunda ortaya çikardi. Ancak, Büyü Dükkani'nda maddi bedellerin hiç bir
hükmü yoktu. Bazi müsteriler birseye sahip olmak için ödenebilecek tek bedelin para olabilecegi
düsüncesiyle, cepleri kabarik gelirlerdi. Oysa burada yapilan pazarliklar, günlük yasamdakilerden biraz farkli olur ve pek çok müsteriyi sasirtirdi.

Dükkan sahibi yasli adam, her sabah gün agarirken kalkar, kendine büyük bir fincan kahve yapar ve bir insanin isteyebilecegi her seyin var oldugu
dükkaniyla gurur duyarak kahvesini yudumlardi. Kahvenin ardindan gelen zevkli bir kahvaltidan sonra da pencerelerinin perdelerini sonuna kadar açarak,
sallanan koltuguna oturur ve içeri dolan gün isiginin yardimiyla okumaya
baslardi. Büyü Dükkan'inda satici olmak bilgelik isterdi.

O güne kadar dükkana gelen hiçbir müsteriyi geri çevirmemisti dükkan sahibi. Herkes, çok istedigi bir seye sahip olmak ugruna onca yolu göze
alarak gelir ve mutlaka alabilecegi en iyi seyi almis olarak çikardi. Ama genellikle aldigi
sey istedigi seyden çok farkli olurdu..

Yasli adam ara sira, okudugu kitaptan basini kaldirir, yolu gören pencereye bir göz atardi. Eger bir müsteri geliyorsa, onu ta uzaktan yakalayip,
dükkana yaklasana kadar izlemeyi severdi. Bu, onun için zihinsel bir hazirlik süreciydi. Bu süre içinde zihnini, biraz sonra gelecek olan
müsteriyi iyi anlayabilmek için bosaltirdi.

Sabah disari baktiginda, yagan karin yolu iyice kapattigini gördü. Bu havada gelen giden olmaz diye düsünüp, hüzünlendi. Büyü Dükkani, hemen
hergün bir müsteri agirlardi. Ancak, yilda birkaç kere de olsa kimsenin ugramadigi
günler olurdu. Yasli adam, o gününde bunlardan biri olmasindan korktu. Nedense
issizlik içini ürpertmisti. Tam o sirada uzakta bir kararti gördü. Kar
beyazinin kamastirdigi gözlerini kirpistirip tekrar baktiginda, bunun yaklasmakta olan bir insan oldugunu anladi. Içini bir sevinç kapladi.

Gidip sobasina bir odun atti ve tam pencerenin karsisindaki sallanan koltuga oturup, müsterisini beklemeye koyuldu. Kis mevsiminin bu soguk
gününde epeyce üsümüs, yorgun düsmüs olmaliydi. Kapinin önüne gelinceye
kadar, gözlerini hiç ayirmadan izledi onu. Iyice kulak kabartti. Üç basamakla çikilan, ahsap zeminli verandadaki ayak seslerini ve onlara eslik
eden gicirtiyi duymaktan çok hoslanirdi. Bekledigi kisinin ayak sesleri ikinci basamakta kesildi. Müsteri çalmadan, kapiyi açmamayi prensip
edinmisti yasli adam.

Çünkü, hemen herkes o kapinin önünde durup, bir kez daha düsünürdü. Kapiyi
çalmaktan vazgeçip dönenler, az da olsa olmustu. O gün de ayni seyi yapti. Sonunda kapi çalindi.

Açtiginda, karsisinda soguktan kizarmis elleriyle atkisini çikarmaya çalisan bir erkek gördü.

"Iyi sabahlar, girebilir miyim?" diye sordu müsteri.

Dükkan sahibi, müsterisini içeri aldiktan sonra, isinmasi için ona bir kahve ikram etti. Sessizce kahvesini içerken etrafi seyreden adam,
karsisinda oturan yasli saticinin ikna edilmesi pek güç olmayan biri oldugunu düsündü.
Herhalde o da müsterisini anlar, onun hakli istegini geri çevirmek istemezdi. Acaba Büyü Dükkani'ndan çikarken istedigi gibi bir alisveris
yapmis olacak miydi? Bir süre söze nasil baslayacagini bilemedi. Belki de dükkan sahibinin bir seyler söylemesi gerekirdi. Ancak karsisinda, sabirli
bir ifade ile müsterisinin gözlerinin içine bakarak oturan saticinin, alisverisi
baslatmaya niyetli olmadigini anladi. Bu sabirli bekleyis, onda hem cesaret hem de yumusak bir etki yaratti. Anlasilan, baslangiç sözleri kendisinden
bekleniyordu. Sonunda, fazla düsünmeden aklindan ilk geçeni söyleyiverdi.

- Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkip geldim buraya.Istedigim seyi, bir tek sizin dükkaninizda bulabilecegimi söylediler. Karsiliginda ne
isterseniz vermeye hazirim.

- Istediginiz seyin ne oldugunu ögrenebilir miyim ?

- Bakin, ben elli bes yasindayim. Yani yolun yarisini geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmiyor ama yolun sonuna yaklastim galiba. Bu gerçege
tahammülüm yok. Ben bugüne kadarki hayatimi geri istiyorum. Mümkün mü ?

- Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkanimda her sey mevcut. Ancak tam olarak ne
istediginizi anlayabilmem için, bana geri istediginiz hayatinizi biraz anlatabilir misiniz?

Dükkan sahibinin sordugu soru, müsteriyi iç dünyasina döndürmüstü. Gözünün
önünden geçen sahnelerin kendi yasamina ait oldugunu kabul etmek için kendini zorluyordu. Bütün görüntüler, bir kargasa ve telas içinde
birbirlerine karisarak geçip gittiler ve geride yalnizca issiz bir hüzün biraktilar.
Hüznünün yüzüne yansimasina engel olamayan müsteri, yasli saticinin sorusu
karsisinda ancak sunlari söyleyebildi:

- Geçmis yasamimda birçok hata yaptim. Bunlar için pismanlik duyuyorum... Yanlis kararlar verdim, kayiplara ugradim. Zamani hovardaca harcadim. Bir
gün bir de baktim ki, hayat yanimdan geçip gidiyor. Panige kapildim ve bir
çare aramaya basladim. Dostlarimla konusmayi denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalisanlar da oldu, yardim etmeye çalisanlar da. Ama
hiçbiri kar etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken, bir gün birisi bana sizden ve Büyü Dükkani'ndan söz etti. Bunu duyar duymaz sanki
içimde bir isik yandi. Büyük bir umutla hemen yollara düsüp size geldim.
Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen elli bes yilimi bana geri verin.

- Yani, siz pismanlik duydugunuz hayatinizi yeniden yasamak mi istiyorsunuz?

- Elbette hayir. Söylemek istedigim bu degil. Ben yalnizca kaybettigim yillarimi geri istiyorum. Eger bir sansim daha olursa ayni hatalari
tekrarlamayacagim.

- Herhalde bunu çok istiyorsunuz.

- Evet, hem de her seyimi verecek kadar.

- Peki, benim size verecegim elli bes yilin karsiliginda siz bana ne verebilirsiniz?

- Ne isterseniz?

- Sanki bunun için herseyden vazgeçmeye hazir gibisiniz.

- Hiç kuskunuz olmasin. Su anda sahip oldugum herseyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride biraktigim yillarimi bana geri verin.

Yasli adam, ellerini sakallarinda dolastirir, kendini sallanan koltugunun devinimlerine birakmisti. Bir süre düsündü. Müsterisinin, sabirsizlikla,
pazarligin bitmesini beklediginden emindi. Büyü dükkanina gelen kisiler, genellikle bir an önce istediklerini alip gitmek için acele ederlerdi. Bu
nedenle, yasli adam, pazarligin basindaki düsünce yolculuklarinda yalniz kalirdi. Su anda da, sessizligin yalnizca kendi isine yaradigini biliyordu.
Koltugu ile birlikte öne dogru egilerek müsterisinin gözlerinin içine bakti
ve agir agir konusmaya basladi:

- Beyefendi, her ne kadar siz elli bes yil karsiliginda bana herseyinizi vermeye hazir olsaniz da, ben sizden bir tek sey isteyecegim.

- Dileyin benden ne dilerseniz.

- Belleginizi...

- Anlamadim?

- Belleginizi dedim...Elli bes yilin yasantisini içinde barindiran belleginizi istiyorum.

- Ah evet anladim. Ilginç bir bedel... Kabul ediyorum. Tamam alin bellegimi.

- Emin misiniz?

- Neden olmayayim? Elli bes yil kazanacagim.

- Belleginizi, içindeki her seyle birlikte bu dükkanda birakip gideceksiniz. Elli bes yilin tek bir anini hatirlamayacaksiniz. Buraya
neden geldiginizi bile ...

- Daha iyi ya! Her seye yeniden baslayacagim. Zaten geçmisi hatirlamak istemiyorum ki!

- O halde, korkarim elli bes yil sonra buraya tekrar gelirsiniz. Tabii o zaman benim yerime, bir baskasi size yardimci olur.

- Hayir hayir... Emin olun ki, su dakika bellegimi size birakip elli bes yilimi geri alacagim ve dükkaninizi, bir daha dönmemek üzere terk edecegim.
Ve yine söz veriyorum, su ana kadar yaptigim hatalarin hiç birini tekrar etmeyecegim.

- Isterseniz baska sözler vermeyin. Çünkü, az sonra, belleginizle birlikte bütün hepsini burada birakip gideceksiniz.

Yasli adamin son sözleri, müsterinin duraklamasina neden olmustu. Bu sözlerin anlamini kavrayabilmek için birkaç saniye düsünmek zorunda kaldi.

- Nasil yani? Buradan çiktigimda hiçbir sey hatirlamayacak miyim? Sizinle konustuklarimizi bile, öyle mi?

- ..................................

- Yani hiçbir seyi mi ? Buraya neden geldigimi, sizin kim oldugunuzu ve hatta...!

- Ne yazik ki!

Yasli adam, su anda pazarligin sonuna geldiklerini hissediyordu. Karsisinda oturan müsterinin yüzünde gördügü aydinlanma, pazarlik sahnelerinin en
hoslandigi görüntüsüydü. Son sözleri müsterisinin söylemesini istedigi için
bir süre sessiz kaldi ve bekledi. Bu seferki sessizligin, müsterisinin isine
yaradigindan emindi. Onun aydinlanan yüzünün ortasinda parlayan
gözbebekleri, yasli satici için, sessizligin içinden çikacak sesli bir coskunun habercisi gibiydi. Gerçekten de, konusmaya baslayan müsterisi onu
yaniltmadi:

- Sanirim ne demek istediginizi simdi anliyorum. Eger elli bes yilin bedeli bu ise, pes ediyorum. Bellegimden vazgeçemem. Bu neye benziyor
biliyor musunuz? Bir kadinin, çok istedigi bir tokayi, saçlari karsiliginda satin almasina... Çok ilginç bir insansiniz. Bana, Büyü Dükkani'ndan almak
istedigimden çok farkli bir seyle çikacagimi söylemislerdi de inanmamistim. Ben, bugüne kadar ki yasamimi almak için gelmistim, ancak bugünden sonraki
yasamimi alip gidiyorum. Size tesekkür ederim.

- Bir sey degil. Güzel bir pazarlikti. Hosça kalin.

Yasli adam, müsterisini gözden kaybolana dek gülümseyerek izlerken, aklindan
Santayana'nin bir sözü geçiyordu:

"Geçmisi hatirlamayanlar, onu bir kez daha yasamak zorunda kalirlar."

21 Haziran 2014 Cumartesi

ilginç bilgiler


*Sivrisinek kovucu spreyler sinekleri kovmuyor. Sizi gizliyor.Sivrisineğin alıcılarını bloke ederek sizin orada olduğunuz anlamamalarını sağlıyor...

* Taze kakao içinde bulunan sıvı kan plazması yerine kullanılabiliyor!!!

* Hiçbir kağıt parçası 7 defadan fazla ikiye katlanamaz!!

* Maymunlar her yıl uçak kazalarından daha fazla insanın ölmesine neden oluyor!!!

* Uyurken TV izlerken olduğundan daha fazla kalori harcarsınız!!

* Dişçiler diş fırçalarının tuvaletten en az iki metre uzakta tutulmasını tavsiye ediyorlar, sıçrama nedeniyle havaya karışan partiküllerden fırçanızın korunması için!!

* Meşe ağaçları elli yaşından önce palamut vermez.

* Üzerinde bar kodu bulunan ilk ürün Wrigley's marka sakızdı.

* Kupa papazı bıyıksız olan tek papazdır!!

* Boeing 747'nin kanatları uçakla uçmayı ilk başaran Wright Kardeşlerin uçtugu mesafeden daha uzundur.

* Amerikan Havayolları 1987 yılında first-class da sunulan salatalardan bir adet zeytin eksiltmek suretiyle 40.000 USD kar etmiştir.

* Venüs saat yönünde dönen tek gezegendir!!

* Sabahları elma kahveden daha fazla uykunuzu açar!

* Evinizdeki toz parçacıklarının büyük çoğunluğu ölmüş deri dokusudur.

* Marlboro şirketinin ilk sahibi akciğer kanserinden öldü!

* Barbie'nin tam adı Barbara Millicent Roberts'dir.

* Michael Jordan bir yılda Malezya'daki Nike fabrikasında çalışan tüm işçilerin toplam gelirinden daha fazla gelir kaz! anmaktadır.

* Marilyn Monroe'nun altı adet ayak parmağı vardı!

* Walt Disney'in kendisi fareden korkardı!

* Inci sirkeye konulursa erir!!

* Inekler merdiven çıkabilir, ama inemezler!!

* Ördeklerin vak sesi yankı yapmaz, nedenini de kimse bilmez!!

 Ve.....

* Kaplumbağalar kıçlarından nefes alabilirler!!

10 Haziran 2014 Salı

HIRİSTİYAN BİR ÇOCUĞUN BAKIŞ AÇISIYLA TANRI ...

  

Aslinda hristiyan çocuklarının gözüyle demek lazım. California'da bir ilkokulda ogrencilere "Tanri'yi anlatin" konulu bir odevvermişler.. 8 yaşindaki Danny ev odevinde Tanri'yi işte boyle anlatmiş...

"Tanri'nin başlica işi insan yapmaktir.. insanlar öldükce onlarin yerine yenilerini yapar,cunku dunyamizla birilerinin devamli ilgilenmesi ortaligi temizleyip toparlamasi lazim.. ama Tanri sadece bebek yapar cunku onlarkucuk olduklarindan onlari yaratmak daha kolaydir.. Tanri'nin bebeklere yurumeyi ve konuşmayi ogretecek zamani yok, bu işi annelerle babalara birakmiştir..Tanri'nin ikinci işi bizim dualarimizi dinlemektir.
Bir suru insan geceleriyataginin kenarina oturup Tanri'ya dua ederler, ondan bişiler isterler,başkalarina kotu bişi yapmişlarsa ozur dilerler.. ama Tanri'nin herkesi dinliycek vakti yok.. o kadar meşgul ki radyoda haberleri bile  dinleyebildigini sanmiyorum.. yine de Tanri herşeyi duyar ve görür.. butun duyduklari herhalde kocaman bi gurultu oluyordur Tanri'nin da başı şişiyordur, o yuzden bir de biz onu meşgul etmemeliyiz, annemizle babamiz bize bişi icin "olmaz" demişlerse Tanri'ya gidip yalvarmamaliyiz..
Tanri'ya inanmayanlara ateistler denir.. bizim burada onlardan fazla yok sanirim cunku hic bizim kiliseye ugramiyorlar..Isa, Tanri'nin ogludur ve bir suru zor işi başarmiştir, mesela suda yurumek,mucizeler yaratmak, babasiyla ilgili bişi bilmek istemeyenlere onu ogretmeye calişmak gibi.. ama insanlar ondan biktilar ve onu bir kaziga civilediler..ama o da babasi gibi cok iyi ve kibar bir insandi, babasina dedi ki "o insanlar ne yaptiklarini bilmiyolardi onlari affet".. babasi da"Tamam"dedi.. Babasi (yani Tanri) onun yaptigi herşeyi cok begenmişti ve"sen artik gel benimle Cennette kal" dedi, o gunden beri Tanri meşgulken bizim dualarimizi o dinliyor.. o yuzden dua etmekten hic vazgecmemeliyiz cunku onlar bizi hep dinliyorlar..
Her Pazar kiliseye gitmeliyiz cunku bu Tanri'yi mutlu eder. Ayrica insanlarin mutlu etmeleri gereken biri varsa o da Tanri'dir. Hicbir zaman"ben bugun deniz kenarinda guneşlenmeye gidicem" diyip kiliseyi ekmemeliyiz.. bu yanliş.. hem zaten ogleden sonraya kadar guneş dogru durust cikmiyor ki..Tanri'ya inanmayan insanlar yapayanliz kalirlar.. cunku annemizle babamiz bizimle heryere gelemezler ama Tanri her zaman her yerde bizimledir.. gece karanliktan korktugumuzda onu duşunuruz ve bizi rahatlatir, kendini bişisanan buyuk cocuklar biz kucuguz diye kaldirip suya attiklari zaman Tanrı bizi görür ve kurtarir...
Sonuc olarak hep "Tanri bizim icin ne yapabilir" diye duşunmemeliyiz.. ben biliyorum Tanri şu anda benim bu masada oturmami istiyor ama cani istedigi zaman beni yanina alabilir.. bu yuzden ben Tanri'ya inaniyorum...  
resim kaynak

31 Mayıs 2014 Cumartesi

mucize

    

Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Georgi'nin yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. 
    Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally.-"Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti.
     Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı    çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu.
Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally' nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi  beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti:
     "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak "Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi. Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. 
     Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu. "Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: 
     "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ve ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. "Bir dolar ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam.
     Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve  George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.  Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep  birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. 
     Anne "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça mal olduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent 
resim kaynak

28 Mayıs 2014 Çarşamba

SARI ÖKÜZÜ VERDİĞİMİZ GÜN KAYBETTİK


Sarı Öküzün Öyküsü
Eski zamanların birinde bir otlakta öküz sürüsü yaşarmış. Yaşarmış yaşamalarına ama civardaki aslanlar bir türlü rahat bırakmazmış onları.Hemen her gün saldırırlarmış bu sürüye. Öküz dediğin öyle yabana atılır bir hayvan değil ki, bir araya toplandılar mı kolayca defetmesini bilirlermiş o koca aslanları. Gerçi bir iki sıyrık alırlarmış ama.. yine de boyun eğmezlermiş aslanların zorbalığına.Gün geçtikçe aslanları almış bir kaygı. Ancak tavşan, fare gibi küçük hayvancıklarla beslenir olmuşlar. Git gide güçten düşmüşler. Eee, aslan bu, hiç fareyle doyar mı.
- 'Her halde bize bu otlağı terk etmek düşüyor' demiş aslanlardan birisi.
- 'Evet' diye tasdik etmiş diğerleri.
Nereye gideriz diye düşünürlerken 'bir dakika' diye bir ses duymuşlar gerilerden. Herkes dönüp bakmış sesin geldiği tarafa.Sürünün en çelimsiz, ama kurnaz mı kurnaz bir ferdi olan Topal Aslan'mış söze atılan.

- 'Hayır' demiş, 'hiç bir yere gitmiyoruz. Siz bana bırakın, ben hallederim bu işi.'
İnanmamış kimse ona ama haydi bir şans verelim ne çıkar diye düşünmüşler.O da almış yanına bir iki aslan gitmiş öküzlerin yanına.Beyaz bayrak çekmeyi de unutmamış. Öküzlerin lideri olan Boz Öküz başta olmak üzere beş iri kıyım öküz yaklaşmış onlara. Sormuşlar ne istediklerini.Topal aslan başlamış konuşmaya. Bir yandan da Boz Öküz'ün sivri ve kocaman boynuzlarına bakıp ürperiyormuş.
- 'Saygıdeğer öküz efendiler' diye başlamış lafa. 'Bugün buraya sizden özür dilemek için geldik. Biliyorum sizleri çok defa incittik, kimbilir kaçınızda şu pençemin izi vardır. Ama inanınız bunların hiç birini isteyerek yapmadık.Biliniz ki biz aslanlar barışçı bir milletiz. Hele öküzlerle hiç bir alıp vermediğimiz olamaz. Ancak evet size defalarca saldırdık, ama niye biliyor musunuz? Hep o sizin aranızdaki Sarı Öküz yüzünden. Onun rengi öyle sizinkiler gibi değil ki. Gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Onu gördük mü ne kadar
barışsever olduğumuzu unutup size saldırıyoruz, ve sürünüze zarar veriyoruz. Yoksa bizim sizinle hiç bir alıp veremediğimiz yok. Onun yüzünden hepiniz zarar görüyorsunuz. Bir türlü hayatınızdan emin rahat rahat otlayamıyorsunuz, belki geceleri bile bizim kükrememiz sizin uykunuzu kaçırıyor. Bunların hepsi Sarı Öküz'ün suçu. Verin onu bize, siz kurtulun, biz de barış içinde yaşayalım' demiş.Boz Öküz, diğer önde gelenlerle görüşmek üzere geri çekilmiş. Hepsi de sıcak bakmışlar bu teklife. Bir tek yaşlı Benekli Öküz olmaz demiş ama kimseye dinletememiş sesini.Zavallı Sarı Öküz kurban edilmiş aslanlara.Hepsi birden saldırmışlar zavallı öküzün üzerine. Bir ikisini fırlatmış üstünden ama bitkin düşmüş az sonra. Çırpınmış, haykırmış, yardım istemiş, yalvarmış, ama yokmuş onu işiten. Diğerleri üzülmüşler üzülmesine ama elden ne gelir ki. Bütün sürünün selameti için bir öküz,gerekliymiş bu.
Gerçekten de günlerce sürüye hiç bir saldıran olmamış. Huzur içinde geçer olmuş günleri. Ama aslan milleti bu, ne kadar sabreder ki. Hele öküz etinin tadını aldıktan sonra. Acıktık demişler Topal Aslan'a daha bir kaç hafta bile geçmemişken. O da yine almış yanına bir kaçını, bir defa daha gitmiş Boz Öküz'ün yanına.
- 'Selam' diye girmiş söze. ' Gördünüz ya biz aslanlar ne denli uysal milletiz. Doğru kararınız için sizi bir daha kutlamak isterim. Siz de huzur içindesiniz, biz de. Ne mutlu. Yalnız buraya bunları söylemek için gelmedim. Büyük bir problemimiz var.'
- 'Nedir?' demiş Boz Öküz merakla..
- 'Şu sizin Uzun Kuyruk' demiş Topal Aslan. Öyle uzun bir kuyruğu var ki nereden baksak görünüyor. O kuyruğunu salladıkça bizim de aklımız başımızdan gidiyor. Gözümüz dönüyor, sürüye saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Halbuki siz öylemi ya, hepiniz normal kuyruklusunuz. Bir onun suçu yüzünden korkarım hepiniz zarar göreceksiniz. Gelin verin onu bize bu mevzuyu burada kapatalım. Eskisi gibi barış ve sevgi içinde iki taraf da hayatını sürdürsün.Boz Öküz yine istişare yapmış sürünün ulularıyla. Yine sadece Benekli Öküz olmuş karşı çıkan. Hepsi de verelim gitsin demişler. İstişare daha da kısa sürmüş bu defa.Dışlamışlar Uzun Kuyruk'u sürüden.Saatler sürmüş zavallının çırpınışları ama sonunda o da yenik düşmüş aslanlara.
Tekrar tekrar yinelenmiş bu olanlar. Her geçen gün daha da semirmiş aslanlar. Alabildiğince güçlenmişler. Öküzlerse her geçen gün daha da zayıflamışlar, seyreldikçe seyrelmişler. Aslanlar küstahlaştıkça küstahlaşıyorlarmış. Artık bir sebeb bile söyleme gereği duymuyorlarmış.'Verin bize şu öküzü yoksa karışmayız' derlermiş sadece. Zavallı öküzlerin hayır diyebilecek güçleri kalmamış. Hepsi birer birer can veriyorlarmış aslanların pençesinde.Boz Öküz de aralarında olmak üzere bir kaçı kalmış en sona. Ne oldu bize, ne zaman kaybettik bu harbi aslanlara karşı, oysa ne kadar da güçlüydük? diye sormuş biri Boz
Öküz'e.
- 'Biz' demiş Boz Öküz gözleri nemli ve sesi pişmanlıkla titreyerek
'Sarı Öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu harbi...'
resim kaynak