31 Aralık 2013 Salı

Türklerde Yeni Yıl Ve Çam Ağacı Süslemesi



YILBAŞI
Yılbaşı kutlamalarının dinden çok, kültürle bağlantısı var ve insanlıkla yaşıt… Toplumsal olay ve olguların yazılı  başlangıcı Mezopotamya’da olduğuna göre, yeni yıl etkinlikleri de orada başlar. Yeni yıl ilk kez, günümüzden IV bin  yıl önce  Babil Kulesi’nde ilkbaharda kutlanmaya başlandı. Daha sonar Mısırlılar, çöl topraklarına hayat veren Nil’in taştığı Eylül ayında  kutlayarak sürdürdü. Milattan önce 46 yılında Roma’da Julius Sezartarafından kabul edilen ve günümüzde de halen kullanılan takvimle yeni yıl, Ocak ayının ilk günü olarak belirlendi. Jülyen takvimi bazı değişikliklerle günümüze kadar geldi. Romalılar  yılın ilk ayına, başlangıçların tanrısı,  kapıların koruyucusu Janüs (January) yani Ocak adını verdiler.
Tüm ülkeler, dinler ve kıtalar için  her alanda yeni bir başlangıçanlamı taşıyan yeni yıl, değişik gelenek ve törenlerle karşılanır. Tümünün ortak amacı ise, yeni yılın binbir umutla bolluk ve şans getirmesidir.
NOEL
Uzun süre Yılbaşı, Noel ile bağdaştırılarak, Hıristiyan geleneği diye kutlanması engellenmeye çalışıldı. Oysa Yılbaşı doğal bir olay,  Noel ise dinsel temalıdır. Bizans İmparatoru Konstantin (324-337) zamanında İznik'te toplanan konsülde, 22 Aralık'ta güneşin doğumu için yapılan  Pagan Bayramı'nı İsa'nın doğumu olarak 24 Aralık'a alınıyor ve Noel Bayramı deniliyor. Batı kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık'ta kutluyorlarmış. Günümüzde Ortodoks ve Katolikler, 24 Aralık gününü Hz.İsa’nın doğumu(Noel), 6 Ocak gününü de Hz. İsa’nın vaftizi olarak kutlarlar.
Noel kelimesinin kökeni Latince natalis /doğum kelimesidir. Bir diğer iddiaya göre Noel kelimesi, Galya dilinde (Keltçe) yenianlamına gelen “noio” ile güneş manasına gelen “hel”in birleşmesiyle oluşmuştur ve “yeni güneş” anlamına gelmektedir. Noel kelimesi o devrin pagan toplumunda yeni yılın başlangıcında yapılan şenliklere ad olmuştur.  Roma İmparatorluğu döneminde halk, mutlu bir olayı karşılamak ve kutlamak için, duygularını“noel, noel” diye bağırarak dile getirirdi. Noel kelimesinin kökeni ile ilgili bir diğer açıklama ise Fransızca “haber” anlamındaki“nouvelle” kelimesinden geldiğidir. Noel ayrıca Almanca’da“kutsal gece” anlamındadır. Günümüzde başta İngilizce konuşan coğrafya olmak üzere bazı Batılı ülkelerde Noel anlamında kullanılan Christmas ve benzeri diğer kelimeler ise Yunanca Khristos (Mesih) ve Latince miss (yollanmış, gönderilmiş) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur.“Yollanmış, gönderilmiş” kelimelerinin, İsa’nın Son Akşam Yemeği’ndeki son sözlerini sembolize ediyor olabileceği düşünülmektedir.
NOEL BABA
Hıristiyanların Noel Baba dedikleri Aya Nikola, Antalya’nın Patara kasabasında Myra(Demre)’da yaşamış bir azizdir. Rumca’da Aya, aziz demektir. Avrupa’da Saint denir. Kudüs’e giderken çıkan bir fırtınayı dindirdiği için denizcilerin koruyucusu sayılır. Demre’de fakirlere, bilhassa çeyizi olmadığı için evlenemeyen kızlara yardım ettiği anlatılır. Kendisini gizlemek ve fakirleri rencide etmemek için gece fakirlerin evine girip para bırakırmış. Pataralı bir zengin fakir düşmüş; kızlarına çeyiz yapamayacak hale gelmiş. Aya Nikola, gece evinpenceresinden bir kese para bırakmış. Sabah büyük kız keseyi bulup sevinmiş. Diğer iki kızın çeyiz paralarını da pencereleri kapalı olduğu için bacadan atmış. Kese, kuruması için ocağa asılı çorabın içine girmiş. İkonalarda Aya Nikola bu sebeple elinde üç altın top tutarak resmedilir. Noel Baba’nın hediye atması içinocağa çorap asılması geleneği buradan kalmadır. Aynı iyi şansa ulaşma umuduyla bu gelenek, yüzyıllardır sürdürülmektedir.
Aya Nikola, Myra (Demre) kasabasına piskopos tayin edildi. Hazreti İsa’nın dinini yaydığı için çok işkencelere maruz kaldı, hapse atıldı. Burada 342 senesinde vefat etti. Haçlı Seferleri sırasında 1087 senesinde İtalya’nın Bari şehrinden tüccarlar azizin kemiklerini alıp memleketlerine götürdü; burada yapılan bazilikanın içinde gömdüler. Kemiklerin bir parçası bugün Antalya müzesindedir. Hazreti Muhammed’in gelişinden önce yaşadığı için, Müslümanlar kendisini salih bir mümin kabul eder.
Aya Nikola’nın Noel Baba haline sokulması ilk önce Almanya’da görüldü. Bu efsanevi gelenek zamanla Avrupa ülkelerinde yayıldı. Noel Baba’nın şişman, neşeli, kırmızı ve beyaz piskoposluk giysileri içindeki tasvirleri Amerikalılar tarafından gündeme getirildi. Noel Baba olarak bilinen Nikola’nın bazen yalnız, bazen yardımcısıyla ata binerek, bazen de sekiz Ren geyiğinin çektiği arabasıyla evlerin damlarında dolaştığı efsanesi yaygınlaştı.
İnanışa göre sırtında içi hediye dolu bir heybeyle dolaşan Noel Baba evlere bacadan girer ve armağanlarını uslu çocukların ayakkabılarının ya da şöminede asılı çoraplarının içine koyar. Noel Baba, “yaşayan” bir folklorik olaydır.
NOEL AĞACI
Yaprak dökmeyen ağaçların, ölümsüz yaşamın simgesi olarak benimsenmesi çok eskiye dayanır. Türkler, Çinliler, Mısırlılar, Avrupa’daki Pagan topluluklar ve Yahudiler  aynı düşünceyle bu ağaçlara dinî ritüellerinde yer vermişlerdir.
Süslü Noel ağacı geleneği en çok Almanya’da yaygındı. 1605’te başlayan çam süslemesi daha sonra Avusturya, İsviçre, Polonya ve Hollanda’da yayıldı. Göçmen Almanların Kuzey Amerika’ya XVII.asırda götürdükleri Noel ağacı, XIX.asırda moda oldu.Kraliçe Victoria döneminde, XIX.asır ortalarında Noel ağacı geleneği İngiltere’de yayıldı. Kraliçenin Alman asıllı eşi Prens Albert ülkesinin bu geleneğini İngilizlere benimsetti. Çam dallarına kâğıt zincirlerle asılmış güller, rengarenk kurdeleler, mum, şekerlemeler, kek ve meyveler ana süsleri oluşturuyordu.Japonya ve Uzak Doğu’ya XIX. ve XX. asırda Batılı misyonerlerin tanıttığı Noel ağacı geleneği, ince işlenmiş kağıt süsler, renkli fenerlerle donatılmaya başlandı.
Türkler bu geleneğe yabancı değildi. Çünkü Tarih Öncesine dayanan ağaç kültünde, Hayat Ağacı ve rengarenk çaputlarla süslenmiş Dilek Ağacı geleneği günümüzde de, Asya’nın en doğusundan Balkanlar’a kadar her yerde yaşamaktadır.
NOEL ASLINDA  TÜRKLER’İN NARDUGAN BAYRAMI!
Hıristiyanların İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, aslında çok eskiden Türklerin kutladığı “Yeniden doğuş bayramı”dır. Bunu iki kültten öğreniyoruz; Hayat Ağacı ve Güneş…
*Türklerde Ağaç Kültü
Kült kavramı; yerel özellikler içeren dini törenler, töreler ve simgeleri kapsar. Ağaç kültü birçok doğa inançlarının barındırdığı animizmde, ağaçların saygı gösterilmesi gereken bir ruha sahip oldukları ve ağaçlara gösterilen saygının bereketi etkilediğine inanmaktan kaynaklanır.
Eski Türklerin ve Moğolların inancı Tengricilikte ve Kuzey Amerikalı yerli inançlarında, dünyanın merkezinde duran, yer ve gök alemini birleştirdiğine inanılan “Dünyalar Ağacı” vardır. Türklerin inanç sistemindeki Tanrı anlayışı ile Hayat Ağacı arasındaki benzerlikler var. Tanrı kâinatta var değildir, kâinatı yaratandır, tek hâkimdir, hiçbir şeye benzemez, canı veren de O’dur, alan da. Bununla birlikte Hayat Ağacı da tektir, canlıların hayat kaynağıdır, daima canlı ve diridir. Ağaç kültünün izleriOğuzlara kadar korunmuştur. “Bay Terek”, “Temir Kavak” , veya “Hayat Ağacı” denilen kutsal “Evliya Ağaç” inanışına benzer inançlara, sadece Türk Mitolojisinde değil, tüm Dünya mitolojilerinde rastlanır.
Türk Kültüründe Ağaç Kültü, bütün dünya kültürlerinde yaygın şekilde yer alan Hayat Ağacı motifine yoğunlaşmıştır. Türk boylarında Hayat Ağacı çeşitli adlarla anıldığı gibi, Yaratılış kökeni olarak Türk destanlarında da yer alır. Akçam denilen bu evliya ağaç yeryüzünün tam ortasında bulunuyor. Hayat Ağacı ve üzerindeki Kartal motifinin; Türklerde hayatın başlangıcını, ilk insanın yaratılışını; dünyadan uçmak ve ölmeyi de temsil ettiği,destanlar  ve mitlerde açıklanmıştır. Hayat ağacını motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.
Tanrı tarafından kut verilerek dünyayı yönetmekle görevlendirilmiş olan Türk hakanının bu görevi yerine getirmek için Hayat Ağacı’ndan nasıl güç ve kuvvet aldığı; Türk Kağanlarının mitolojik hayat hikâyeleri ve Türk Destanları’nda“Kurucu Hakan Soyu ve Hayat Ağacı” bağlantısıyla  bol bol karşımıza çıkar. Türk kültüründe göğün direğinin çadır direğiolarak nitelendirildiğini ve Türk hakanlarının cihan hâkimiyetianlayışını; “Güneş tuğumuz-bayrağımız; gök de çadırımız olsun.” cümlesi ile ifade etmiştir. Daha sonra Şaman davullarını dikey bir eksen olarak ortadan bölen kutsal sütun, göğün direğiolması ve Kuzey Sibirya Türklerinden Sahaların “Cırıbına Cırılıatta Kız Baxatıır” destanında göğün ulu direği tasvirinin geçmesi, Hayat Ağacı’ndaki göğün direği motifini açıklar.
Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlardan bahsederken, onların yüksek bir dağla yakınlıklarına değinir ve “gözlerine ulu görünen” büyük bir ağaca “Tankrı” dediklerini söyler. Derbent yakınlarında yaşayanKumukların dokunulmaz ve kutsal saydıkları ağacı, “Tenkrihan”olarak adlandırmış olması ve diğer birçok tarihsel bilgi, Türklerin gözünde “Ulu Ağaç”ın, Tanrı’nın ilahi vasıflarını taşıdığını gösteriyor. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin uykusuna girip, egemenliğinin nerelere kadar uzanacağını gösteren; üç kıtaya dal-budak salan ve budaklarının gölgesi dört bir yanı örten de ağaçtı... Rüyadaki ağaç motifi, Türk destan kültüründekiHayat Ağacına çok uygun düşüyor.
*Türklerde Güneş Kültü
Proto(Ön)-Türklerin inancında Güneş önemli bir yer tutar. Göğe büyük önem veren veGök Tengri’yi tanrılar tanrısı olarak gören Proto-Türkler; yer yüzündeki tüm canlılarınGüneş sayesinde yaşadıklarını, güneşsiz yaşamın olamayacağını; Güneşin doğuşu ile ortalığın aydınlandığını ve ısındığını, vahşi ve yırtıcı hayvanların inlerine çekildiklerini gözleyince, kadınların doğurganlığı ile güneş arasında bir ilişki kurmuşlardır. Zira, hem Güneş hem de kadınlar yeryüzündeki yaşamın devamını sağlamaktadırlar. Bu nedenle kadınlara önem verip, saygı göstermişlerdir.
Tek ve yaratıcı kudreti ifade için kutsal yerlere Güneş resmiçizilmiştir. Bu hiç bir zaman  Güneş’e taptıkları anlamına gelmez!.. Gökte ve yerde gördükleri en kudretli ve tek olan bu cismi, Yaradanın sembolü olarak kullanmışlar. Çünkü Güneş hayat verir, toprağı canlandırır, bitkileri yeşertir, insanları ısıtır, bazen de kurutur, öldürür. Sonsuz bir enerji kaynağıdır.

Günümüzde bile Uygurlar, dualarında "Ey Güneş’i ısıtan Tanrı!"derler… Yani "Güneş bizi ısıtıyor, ama biliyoruz ki, onu da birısıtan var." Bu anlayış Güneş Kültü’nün günümüze yansımasıdır.

*22 Aralık- Gece x Gündüz Savaşı
“Güneş, hayatın kaynağı olduğundan tüm insanlık için çok önemli. Türklerin inançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gündüz geceyi yenerek zafer kazanıyor.
Güneşin bu zaferini, yeniden doğuşu; Türkler büyük şenliklerle Akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıp, bayram olarak kutlanıyor. Bayramın adı Nardugan (nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan Güneş…
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.

Nardugan Bayramı için evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında
şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelir anlayışı hakim…
Akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş.
Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu daHunların
Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor. Olayın Hz.İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok; Doğum, güneşin yeniden doğuşu!..” diye anlatır, Sümerolog Muazzez İlmiye ÇIĞ…
HİNDİ
Hindinin, Noel ve yılbaşı ile hiç alâkası yoktur. Amerika’ya ilk gelen İngiliz göçmenler açlıkla karşılaşmış… Kızılderililerinyardımıyla çabuk yetişen mısır sayesinde felâketten kurtulmuşlar. Mısır hasadı yaptıklarında, Kızılderilileri de davet edip hindi ziyafeti verdiler. Kasım sonundaki bu günü Amerikalılar Şükran Günü  adıyla hâlâ kutlarlar.
Hindinin vatanı Amerika’dır. İlk gelenler bunu Hind Tavuğu sanmış; Hindi tavuğu o zamanlar Türklerin hâkimiyetindeki Batı Afrika’dan Portekizli gemiciler tarafından getirildiği için hindiye “turkey” denmiştir.  
Bir diğer söylenti ise; Amerika’nın keşfedildiği yıllarda Akdeniz ticareti levantenlerin elinde idi. Yeni kıtadan gelen hindiler de İngiliz halkına “Turkey Merchants” adı ile de bilinen “Levant Company” adlı şirket tarafından ulaştırılıyordu. Hatta bu sebepten levantenler İngilizce'de "Turkey merchants" (Hindi tüccarları) olarak da anılırdı. Türkler tarafından getirilen bu yeni kuşun adına da halk Turkey bird (Türk kuşu) veya Turkey cock (Türk horozu) ismini verdi. Aslında keşiften önce de yine Osmanlı denizciler tarafından İngiltere'ye getirilen Gine tavuğu da bir süre Turkey bird olarak anıldıysa da daha sonra bu karmaşa çözülmüştür.
Yeni Yıl kartları ilk kez Kraliçe Victoria döneminde gönderilmiş. Yeni Yılın simgesi sayılan bol tarçınlı kurabiyeler ise ilk kezAlmanya’da yapılarak dağıtılmış. Bu kurabiyelerin, Güney Doğu illerimizde Dinî bayram, Noel ve taziyelerde dağıtılan tarçınlı tatlı çörek İkliçe ile bağlantılı olduğu kuşkusuzdur…
*SONUÇ
Samiha Ayverdi, “Kendi milli varlığını dürbünün ters tarafıyla küçük görmeye başlayan bir milletin yabancı kültürlere kapılanması öldürücü darbedir.” der. Yılbaşı kutlamalarını, her şeyi yapabilme sanıp, çığırından çıkaranlarla; onlara  karşı çıkanların Türk kültüründen habersiz oldukları ortada… Yukarıda açıkladığımız gibi Noel’de, Noel Baba’da, Noel Ağacı ve gelenekleri de; Kültür ve Medeniyet’in diğer alanlarında olduğu gibi, DOĞU kaynaklı olup, çok sonra BATI’ya geçmiştir. Bugün BATI kültürü denilen çok şeyin özümüzde olduğu bir gerçek… Başkalarını rahatsız etmeden, her şeyi dozunda ve kararında yaptığımız, birbirimize hoşgörüyle baktığımız gün, Medenî sayılacağız… Misyonerlerin İncil arasına para koyarak Müslüman çocuk  ve gençleri avlamaya çalıştığı unutulmadan; Yılbaşı ağacına haç ve aziz tasvirlerinin konmasının inancımıza uymadığı, onların yerine hilal ve yıldız sembollerinin takılması tatlı dille telkin edilmelidir... 
İlk gençliğimin geçtiği Mardin’de Yılbaşı geldi mi ortalığı kaplayan tatlı telâşe, kara uygun beyaz yemeklerin pişirilmesi, çocuk ve gençlerin kar yığınlarını aşarak çok uzak mahallelerdeki evlerin kapılarını mani eşliğinde çalarak, hak gördükleri tatlıları(kuru üzüm,cevizli sucuk,pestil,ceviz,fındık,şekerleme) arkalarındaki çuvallara boca edip, evlerine dönmeleri; Millî Piyango çekilişleri sırasındaki sessizliği, küçük eğlenceleri, büyüklerden habersiz yenen kar helvalarını, Süryani evlerinden yayılan ikliçe kokusu ile parlayan renk renk mumların ışıltısını; ülkemin en uygar  şehri İzmir’de halâ hasretle anarım…
2011 YILINDA TÜM UMUTLARIMIZIN GERÇEKLEŞMESİ DİLEĞİYLE,
MUTLU YILLAR TÜRKİYEM!..
*Kaynakça
-Abdülkadir İnan : Eski Türk Dini Tarihi,İstanbul-1976
-Orhan Türkdoğan: Türk Tarihinin Sosyolojisi 1, Ankara-
-Pervin Ergun, Türk Kültüründe Ağaç Kültü, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2004.
-Ebru Çetiner : Yılbaşı Gelenekleri ve Yeni Yılın Hikâyesi,www.internethavadis.com
-Haluk Berkmen : Güneş Kültü ve Tanrıçalar, www.astroset.com
-Muazzez İlmiye Çığ : Yılbaşı bir Türk Geleneği!

26 Aralık 2013 Perşembe

Marangoz


Marangoz

YILLARIN marangozuydu. Saçlarını o küçük atölyesinde ağartmıştı. Eskisi kadar işi yoktu artık. Fabrika mamulü eşyalar piyasayı istila etmişti. El işi özel imalat meraklıları dışında kimse gelmiyordu dükkânına. Hani neredeyse birer sanat eseri olan masalar, sehpalar, kitaplıklar yapar, geçimini bununla sağlardı. En iyi tahtaları kullanır, görülmedik bir özenle çalışırdı.

Tahta mı gerekiyor, keresteciye mutlaka kendisi gider; ceviz, gürgen, çam cinsinden en iyi tahtaları bizzat seçip alırdı. Üzerlerinden en az bir yıl geçmedikçe bu tahtaları asla kullanmaz, kurumalarını beklerdi. Bu yüzden de yaptığı eserlerinde en küçük bir ayrılma, eğilme, bükülme olmazdı. İmal . ederken pek az çivi kullanırdı, “Demir çivi eşyanın ömrünü kısaltır” derdi.

İşinde gayet titizdi. Az konuşur, sorulan sorulara kısa cevaplar verir, ücret konusunda hiç pazarlık etmezdi. Tanıyanlar bilirlerdi bu huyunu, tanımayan müşteri gelir de fiyata itiraz ederse, sözü uzatmaz, “Ben hakkımdan fazlasını istemem” der, pahalı geliyorsa başka bir marangoza gitmesini söylerdi. Sinirliydi biraz, bu huyunu bilir, kimseyle tartışmamaya çalışırdı.

Sabah namazından beri çalışıyordu. Bir hayli yorulmuştu. Sipariş edilen bir masayı daha bitirdikten sonra, “Bugünlük bu kadar yeter” deyip oturdu. Kurban bayramına üç gün kalmıştı, kurbanlık alması gerekiyordu. “Bir bardak çay içeyim de ondan sonra giderim” dedi. Kendi kendine konuşurdu yalnız zamanlarında. Emektar aletleriyle sohbet ederdi bazen. Bunlar onun organları gibiydi.

İki dükkân ötedeki çay ocağına gitti, selam verip bir sandalyeye oturdu. Onun her zaman “orta açık çay” içtiğini bilen garson, sormaya bile lüzum görmeden getirdi çayını. Şekeri karıştırırken, kendisi gibi emektar ustalardan biri olan arkadaşı kapıda belirdi. Sonra da gelip yanına oturdu. Tornacıydı adam. Son zamanlarda iyice yaşlanmış, işini göremez olmuştu. Dalgındı, hüznün resmi mürtesemdi yüzünde.

Söz kurbandan açıldı, konuştular bir iki satır.

“Biraz sonra gidip kurbanlık alacağım” dedi marangoz.

Tornacı dalgın gözlerle marangozun yüzüne bakıyordu. Söyleneni işitiyor ama anlamıyordu. Marangoz farkına vardı bunun:

“Canın sıkkın” dedi.

“Evet.”

“Sebep?”

“Bir talebe var... Üniversitede okuyor.”

“Ne var bunda?”

“Önüm sıra yürürken birden yere yıkıldı çocuk.”

“Niye?”

“Kaldırdım hemen. Sebebini sordum. Önce söylemek istemedi. Israr ettim... Açlıktan başı dönmüş...”

“Kimi kimsesi yok mu peki?”

“Gurbet hali, bilirsin. Arkadaşları var gerçi. Bizim binanın bodrum katında kirada oturuyorlar. Hepsi memleketlerine
gitmişler.” 

“Bu niye gitmemiş?”

“Gidememiş. Para beklemiş ama gelmemiş parası. Ailesi fakirmiş anlaşılan, gönderememişler. Cebindeki üç beş kuruş da bitince aç kalmış. Kimselere söyleyememiş derdini.”

Marangoz şakaklarını ovdu bir süre. İri bir eli, nasırlı parmakları . vardı. Âdetiydi, canı sıkıldı mı iyice bastırarak alnını, şakaklarını, göz çukurlarını ovardı. Tornacıyı ilk kez görüyormuş gibi bakarak sordu:

“Sen ne yaptın peki?”

“Ne yapacağım” dedi Tornacı, “aldım eve götürdüm. Allah ne verdiyse beraber yedik. Lakin fazlasını yapamadım. Benim de meteliksiz zamanıma rast geldi. Kalktım buraya geldim, belki bir iş çıkar diye.”

“Çıktı mı peki?”

Tornacı “Nerde o eski günler!” dercesine elini sallayıp sustu. Önüne konan çayı karıştırmaya başladı. Şeker atmayı unutmuştu.

Marangoz da susuyordu. Bir yanda evde kurban bekleyen hanımı vardı, öte yanda parasızlıktan yere yıkılan bir garip talebe. Elini cebine attı, bütün parasını çıkarıp tornacıya uzattı:

“Götür ver!” dedi, “Söyle ona, memleketine gitsin.”

Tornacı hayretle baktı:

“Hepsini mi?”

“Hepsini.”

“Kurban alacaktın hani?”

“Allah kerim!” dedi Marangoz, başka da bir şey söylemedi.

Uzunca sustular. Tornacı parayı cebine koyup gitti. Marangoz da atölyeyi kapatıp evin yolunu tuttu. Yürüyerek gitmek zorundaydı, son parasını da çaycıya vermişti çünkü.

Evde, “Kurbanlık almadın mı Bey?” diyen hanımına da Tornacıya verdiği cevabı verdi:
“Allah kerim!”

Kadın başka soru sormadı. Tanırdı kocasını. Sessizce sofra hazırlamaya başladı.

İkinci gün tekrar atölyesine gitti Marangoz. İş elbisesini giyip tezgâhının başına geçti. Çam ve tutkal kokuyordu atölye. Yıllardır bu kokuyla yaşamıştı. Bu koku elbisesine de siner, her nereye gitse onunla gelirdi. Eline planyayı aldı, işe başlayacaktı ki kapıda bir adam . belirdi:

“Merhaba usta!”

“Merhaba!”

Adam eşikte duruyordu, arkası güneşe dönük olduğu için yüzü iyi seçilmiyordu. Marangoz tanıyamamıştı. Adam anladı durumu, bir iki adımda içeriye girdi.

“Beni tanıyamadın galiba.”

“Evet.”

“Üç ay kadar önce sana bir iş yaptırmıştım. Çalışma odam için masa, sehpa, kitaplık falan... Paranın bir kısmını
vermiş bir kısmını sonraya bırakmıştım. Şimdi hatırladın mı?”

“Hatırlar gibi oldum. Gebzeliydin galiba.”

“Evet... Ya usta, kusura bakma, parayı geciktirdim. Bir türlü yolum düşmedi buralara. Sen de arayıp sormadın.”

Cebinden bir deste para çıkartıp uzattı Marangoza:

“Buyur. Bayram yaklaştı, lazım olur. Hakkını helal et.”

Marangoz parayı alıp tezgâhın üstüne koydu.

“Buyur bir çay iç” dedi.

“Sağ ol usta, başka zaman. Arabayı çalışır vaziyette bıraktım. Bana müsaade.”

 Ustanın elini sıkıp gitti adam.

Marangoz parayı saydı.

Kurban bayramı için ayırıp da sonra Tornacıya verdiği paranın tam iki katıydı!

En küçük bir hayret ifadesi belirmedi yüzünde. Hafifçe gülümsedi . ve “Allah kerim!” dedi.

22 Aralık 2013 Pazar

KOZA...



Iyi kalpli, yalniz bir adam, bir gün bir koza bulur. Kozanin icinde kücük
bir tirtil vardir. Adam çok sever bu tirtili, onunla tüm yalnizligini, tüm
sevgisini paylasir.

Gel zaman git zaman tirtil büyür, güzel bir kelebek olur. Adam, kelebegine
hayran... birakamaz bir türlü... Aslinda kelebegin aklinda daglar, kirlar,
çiçekler vardir da; kiyamaz bir türlü adama ve sevgisine, yalniz birakamaz
onu... Üç günlük ömrünü sevildigi ve sevdigi yerde geçirmeye hazirdir...

Ama adam bilir ki; "Sevmek bazen vazgeçmeyi de bilmektir" ... Kelebegine
son kez bakar ve onu saliverir özgürlügüne, kirlarina, çiçeklerine
dogru...

Kelebek mutlu olmasina mutlu olur ama hiç bir meltem, hiç bir çiçek
yapragi adamin avucunun sicakligini andirmaz... Aklinda adam, o çiçek
senin bu çiçek benim dolasir saatlerce... Adam bir kelebege sevdali, bakip
durur bosluguna. Kelebekse hala konacak sicak bir avuç aramakta...

Böylece kelebek sunu anlar: BAZEN AIT OLDUGUMUZ YER ORASIDIR; SICAK BIR
AVUCTUR BILIRIZ AMA O YERIN BIZE AIT OLMA IHTIMALI BIR HIÇTIR ...
Böylece adam sunu anlar: HIÇ BIR SEVDAYI YALNIZCA SEVGIYLE YASATAMAZSINIZ
...

O günden sonra kelebek, adama duydugu özlemi gömecek bir dag aramaya
baslar, ama gücü tükenene dek arayis da bulamayinca anlar ki; HIÇ BIR DAG
BIR ÖZLEMI GÖMEBILECEGINIZ KADAR BÜYÜK DEGILDIR ...

Adamsa sevdasini koyar simsicak avuçlarina; kelebegin yerine...

Sevgili dostum; Herkes bir seyler yasar; iyi ya da kötü, dogru ya da
yanlis... Yasadiklarindan bir çikarim yaparak hayatina bir yol verir; ayni
zamanda düsüncelerine de...

Birak SEVGI seni bulsun...

15 Aralık 2013 Pazar

Banklar neler söyler....


ne zaman boş bir bank görsem aklıma beklemek gelir.ah bir de  yalnızlık duygusu .
kim bilir kimlerin yalnızlığını paylaşmıştır ,
kim bilir hangi sabırsız yüreğin beklemek anında ona yoldaşlık etmiştir !
ve kim bilir hangi hangi terk edilmiş anıları taşıyor tahtalarında...
her bank'ın kendine ait anıları vardır.
eğer bir park bankı ise  en çok ihtiyarları ağırlamıştır.yılların yorgunluğuyla bükülmüş bedenleri çöker talihsiz bankın üzerine.talihsizdir çünkü yalnızdır ihtiyar ve belkide "evde iş yapacağım ,hadi parka git" diyerek evden yollanmıştır.tüm hüznüyle ve yalnızlığıyla tahta banka sığınır ihtiyar.
kimi bank ise daha şanslıdır.kuytu bir yere yerleşmişse en çok aşıklar gelir ona.kıskanç kavgalara,nazlanmalara,gecikmiş sevgiliye söylenen sızlanmalara rağmen şanslıdır.aşıkların aşka dair tüm sözleri,kokuları sızar tahtalarına...
kimi banklar ise daha bir talihsizdir.onlar hastane bahçelerinin sessiz neferleridir.bazen yalnız hastaları,bazen sonuç bekleyen sabırsız hastaları ama çoğunlukla hastasını bekleyen refakatçıları ağırlar tahtalarında.onların tüm sabırsızlığı,korkuları ve umutsuzluğu siner tahtalarına.erkenden yaşlanır hastane bankı.umutsuzluk onu çürütmeye başlamıştır.
ama en vahimi yalnız kalan banklardır.onlar kimselerin artık gitmediği kıyı-köşelerde kendi hallerine terkedilmişlerdir.nadiren bir sarhoş ya da bir gönül adamı ziyaret eder bankın hüzün kokan oturağını.sevinir bank.nihayet işe yarayacaktır ve bir yoldaş bulmuştur.ama bilmez ki o ziyaretçi bilinçsizdir.hangi mutsuzluğun ya da acının anılarını sildiğini bilmeyen bu ziyaretçi gidecektir bir daha gelmemek üzere....

                                                                       alanay

11 Aralık 2013 Çarşamba

Hayatın İyi Tarafı



Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu birşey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile, "Bu adam, bu halde nasıl bu kadar iyimser olabiliyor" diye. Birisi nasıl olduğunu sorsa, "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep... "Bomba gibiyim".

Jerry bir doğal motivasyoncuydu. Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni.
Bir gün Jerryye gittim;
"Anlamıyorum" dedim, "Nasıl oluyor da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun, nasıl başarıyorsun bunu?".
"Her sabah kalktığımda kendi kendime, Jerry bugün iki seçimin var, Havan ya iyi olacak ya kötü derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda yine iki seçimim var; Kurban olmak ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, yine iki seçimim var; şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanını seçerim."
"Yok yahu" diye protesto ettim. "Bu kadar kolay yani"
"Evet kolay" dedi Jerry, "Hayat seçimlerden ibarettir.
Her durumda . bir seçim vardır. Sen, her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen, insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin."
Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırlardım.
Yıllar sonra Jerry"nin başına çok tatsız bir olay geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerryyi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış. Ben onu olaydan altı ay sonra gördüm. "Nasılsın?" diye sorduğumda, "Bomba gibiyim" dedi. "Bomba gibi..."
"Olay sırasında neler düşündün Jerry" dedim.
"Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm. Ya yaşamayı seçecektim ya ölümü, ben yaşamayı seçtim."
"Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi?"
"Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep "iyileşeceksin merak etme" dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana "Bu adam ölmüş" diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..."
"Ne yaptın?" diye merakla sordum.
"İri-yarı bir hemşire yanıma yaklaştı ve herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu.
"Evet" diye yanıt verdim. "Var..." doktorlar ve hemşireler, merakla sustular. Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım: "Benim kurşunlara karşı alerjim var!"
Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar, tekrar bağırdım... "Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin, otopsi yapar gibi değil..."
Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana iyi bir ders oldu.
Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim... Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu...


resim kaynak

5 Aralık 2013 Perşembe

Bir ayrılık öyküsü




(Basit bir öykü bu... Bir oğlun annesine erken vedasını anlatan bir aşk hikayesi... Tek çocukların ve tek çocuk annelerinin daha iyi anlayacağı bir yaşam tecrübesi...)


Tek çocuk olmak nedir, olanlar bilir. Ben onlardan biriyim.
İki kardeşseniz ikinize birer kazak alınır.
Tek çocuksanız anneniz iki kazak alır.
Biri siyah, öbürü beyaz...
Sevinçle önce siyahı giyip "Nasıl olmuş?" diye koşarsınız.
Anneniz ağlamaklı bakar:
"Beyazı beğenmedin mi?"
Bilirsiniz ki, beyazı önce giyseydiniz aynı sorunun siyahlı versiyonuyla karşılaşacaktınız.

Pamuklar içinde...
Başta minnetle belirteyim; el üstünde, pamuklar içinde büyütüldüm ben...
Bir dediği iki edilmeyenlerden...
Öyle varlıklı bir aile değildik; o yüzden aklınıza, her istediği alınan, her gördüğüne sahip olan bir çocuk gelmesin...
Tersine, bütçe nedir erken öğrenen, harcama sınırlarını bilen, imrense de istemeyen cinsten bir çocuktum ben...
Dünyevi değil, manevi pamuklardı beni sarmalayanlar...
Daha doğru dürüst konuşma bilmezken annem geceleri saatlerce kitap okurdu başucumda...
"Daha" dedikçe, daha okurdu.
Uyuyamazsam dizinde uyuturdu.
Ne zaman hasta olsam, o daima başucumda olurdu.
Dizimi çarpsam, kırık not alsam, gönlümü hak etmeyen birine kaptırsam, benimle konuşur, avuturdu.
Sadece annem değil, sırdaşım, yoldaşım, dostumdu (Hâlâ öyledir ya).
Sevgi arsızıydım ama arada okkalı bir şamarını yediğim de olurdu.
Annelerin çoğu gibi belki...
Ama -yine herkesinki gibi tabii-; bana özel benimki...

Bir yaşam stajı
Erkek çocuk için, ana-oğul ilişkisi, kadınlarla istikbalde kuracağı ilişkinin provasıdır.
Şansına göre; hayatı boyunca onun gibi bir kadın arayacak ya da onun gibilerden kaçacaktır.
Ne kadar inkar etse de hayatına giren kadınları onunla kıyaslayacaktır.
Pek az kadında, ondan gördüğü karşılıksız sevgiyi, uğruna ömür vakfetmeyi bulacak; bulduğunda ihya olacak, bulamazsa büyük hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Bazen de annesinin aşırı sevgisinden bunalacak; kendini bu sımsıcak sevgi havuzundan hayat denilen hoyrat okyanusun hırçın dalgalarına atacaktır.
Ben öyle yaptım.
Bir gün ayrılması mukadder yolları; bilerek erken ayırdım.
O yolda sadece kendimi bulmak değil; onun da bensiz bir hayat kurmasına yardımcı olmaktı amacım...
Belki haklıydım; belki yanıldım.

Can ile Civan
Şöyle oldu: Üniversite çağındaydım.
İş bulmuş çalışıyordum.
Evde bütün ömrünü bana adamış iki insan vardı ama ben bunun konforunda, bir elim yağda, bir elim balda keyif sürmek değil, bedeli ne olursa olsun kendi hayatımı çizmek istiyordum.
Ben ömür boyu o pamuklarla sarmalanmış yaşayamayacağımı biliyordum. Bir an önce taşın soğukluğunu hissetmek, sokakla mücadele etmek, belalarla yapayalnız baş etmek istiyordum.
Bir kanaryamız vardı; adı Civan... İkimiz de sevgiye boğulmuştuk; yemeğimiz önümüze gelirdi; gün boyu keyifle şarkı söylerdik ama galiba Can da Civan gibi, bütün bu konforun içinde, bir altın kafeste hissediyordu kendini...
Kanatlanıp uçmak istiyordu.

"Gitmeliyim"
Ve uçtum bir gün...
O gün, dün gibi aklımda hâlâ...
Okuldan bir arkadaşımla şehrin öbür ucunda bir bekar evi tutmuştuk.
Bir akşam vakti, bu yeni durumu ailede konuşmuştuk.
Anlatması zordu, nedensizdi.
Etrafımızda örneği yoktu; benzersizdi.
Şaşırdılar; belki içten içe kırıldılar; suçu kendilerinde aradılar.
Ama bana yansıtmadılar.
Birkaç soru sordular:
"Nasıl geçinirsin?"
"Ne yer ne içersin?"
Ve sonuç:
"Sen bilirsin."

"Haydi git!"
Kafesten çıkıp gökyüzüyle tanışan bir kuş kadar özgürdüm; bir o kadar acemi...
Yine de, taşınma günü geldiğinde kaygıdan çok heyecan vardı yüreğimde...
Eşyalarımı paketledim. Birlikte oturacağım arkadaştan yardım rica ettim.
Geldi; tek tek taşıdık kutuları arabaya...
Veda vakti gelmişti. Aynı şehirde olacaktım; belki her gün uğrayacaktım ama yine de gidiş gidişti.
Vedalaşma gerektirirdi.
Abartmamak için "Haydi eyvallah" dedim; "...akşama gelirim."
Hiçbir farklılık yokmuş gibi çıktım gittim.
Sonra bir eşyamı unuttuğumu fark edip döndüm geri; kapıyı çaldım. Açtığımda annem ağlıyordu; babam teselliye çalışıyordu.
"Git haydi" dedi gözyaşını gizlemeye çalışırken annem; "Bir şey yok... Biz hallederiz."
Bu "basit" kararla ne derin bir yara açtığımı o zaman anladım.
Yine de caymadım.

Altın kafesin dışında
Bir süre iki ev arasında mekik dokudum; onları bunun bir ayrılık olmadığına inandırma uğruna bir hayli yoruldum.
Uzun süre gelmediler yeni eve...
Geldiklerinde de hayret ettiler, onca ev işini becerebilmeme...
Baba ocağında, kıyamadıklarından, bir ampul takmamı bile istememişlerdi; ayrı eve çıktığımda bir ampulü takamaz haldeydim.
Şimdi atan sigortaları tamir edebilecek kıvama gelmiştim.
Bulaşık, yemek, ev idaresi... Yeni bir yaşam dersi başlamıştı.
Bu kez korunaksız, kalkansızdı. Öyle olduğu için de başarmanın keyfi inanılmazdı.
Annem, elleriyle yetiştirdiği narin kuşun uçmasını gizliden bir gamla ama iftiharla izliyor; gamını içine gömüyor, iftiharını gözbebeklerine yansıtıyordu.

Yeni hayat
Çocuk doğurmak nasıl tarihi bir sınır çizgisi ise kadınların hayatında; çocuğundan ayrılmak da öyle galiba...
İlki nasıl bir anda dolduruyorsa hayatı; ikincisi öylesine büyük bir hızla boşaltıveriyor.
Ve anne, nasıl bu kadar hızla büyüyüverdiğine hâlâ inanamadığı evladının kırık dökük hatıraları, eski fotoğrafları, dünkü oyuncakları, minicik zıbınları ile baş başa kalıveriyor.
Benim annem de öyle oldu.
Can yuvadan uçtuktan sonra Civan'la baş başa kalmışlardı.
O da çok yaşamadı benim ardımdan...
Ev hepten sessizleşti.
Yeni bir evlat için çok geçti; yeni bir kuşa yürek yetmezdi.
Yüzlerini birbirlerine döndüler.
Yeni baştan bir yaşam ördüler.

İki adama bir ömür
İki adama bir ömür veren kadın, muhtemelen bir hayli zorlandı bu ayrılıkta...
Belki ben de zorlandım; zorlandığımı hissedip bundan gizli bir tat almasından da hoşlandım.
Hem onsuz olamayacağımın göstergesiydi bu; hem zorlansam da inatla başarmaya çalışacağımın...
İkisinde de kendisi için bir gurur payı vardı. İşte yalnız da ayakta durabilen bir evlat yaratmıştı ama bu başarı, sonuçta kendisini yalnız bırakmıştı.
Savaşı kazanacak barutu bulan ama o barutla ilk sırada vurulan bir nefer gibi gururu kederine bulanmıştı.

Seni seviyorum!
Uzun yıllar geçti aradan...
Yuvadan uçurdukları kuş; yuva kurdu, kuş sahibi oldu.
Karşılıksız sevmeyi, almadan vermeyi, haram yememeyi nasıl öğrendiyse öyle öğretmeye çalıştı.
Bir gün kuşun yuvadan uçabileceği fikrine alıştı.
Bugün biliyor ki yazdıkları, biraz da uzak bebekliğinin gecelerinde kulağına fısıldanan o kitaplardan aklında kalanlardır.
Konuştukları, annesinin gençlik öğütlerinden hatırlananlar...
Sevdikleri, sevildiği yıllardan örnek alınanlar...
Bugün, eski kafesinde yeni bir Civan'ı var annemin... Bir gün gidivereceğini artık bilerek; ama bundan kederlenmeyerek şimdi onu büyütüyor.
İki adama adanmış zorlu bir yaşamda, erken vurmuş bir ayrılık acısıyla, eski zıbınlar, hatıralar, fotoğraflar arasında, bugün de varlığıyla bana güç veriyor.
Erken ayrıldıysak da aslında hiç ayrılmadığımızı biliyor.
Onu ne çok sevdiğimi de...
Her daim seveceğimi de...

CAN DUNDAR


resim kaynak

4 Aralık 2013 Çarşamba

SEVİYORUM DİYEBİLMEK



15 yıl kadar önceydi. Tommy'yi ilk o gün görmüstüm."inancin tarihi" dersimin öğrencilerinden biriydi. Uzun saçlı, değişik bir gençti. Sınıfta benimle en çok tartışan öğrenci oldu. Tanrı'ya kayıtsız şartsız inanmayı kabullenmiyordu. Mezun olurken bana, imalı imalı
"Günün birinde Tanrı'yı bulacağıma inanıyormusun, hocam?" dedi...
"Hayir" dedim, yumusakça...
"Yaa.." dedi...
"Oysa senin bu derste Tanri'yı pazarladığını sanıyordum hocam...
" Kapıdan çıkıp gitmek üzereyken arkasından bağırdım:
"Tanrı'yı bulabileceğini düşünmüyorum. Ama o seni mutlak bulacak, bir gün, eminim."
Tommy omzunu silkip yürüdü. Mezuniyetten sonra izini kaymetmiştim ki, acı haberi kendisi getirdi bana... Ölümcül kansere yakalanmıştı... Odama girdiğinde zayıflamış, çökmüştü. Kemoterapi, o uzun saçlarını dökmüştü. Ama gözleri hala pırıl pırıldı
"Birkaç haftalık ömrüm kalmış hocam" dedi...
"Sana bir sey sorabilir miyim?" dedim...
"Tabii" dedi..."Ne öğrenmek istiyorsun?..."
"Sadece 24 yasinda olmak ve ölmekte olduğunu bilmek nasıl bir sey?..."
"Daha kötüsü olabilirdi. 50 yaşında olmak, kafayı çekmek ve müthiş paralar kazanmayı, yaşamak sanmak gibi..." Sonra niye geldiğini anlattı...
"Okulun son günü sana Tanrı'yi bulup bulamayacağımı sormuş, "Hayır" yanıtı alınca şaşırmıştım. Sonra "Ama o seni bulur" dedin... iste bunu çok düşündüm. Doktorlar ciğerimden parça alıp kötü huylu olduğunu söyleyince, Tanrı'yi aramayı ciddiye aldım birden. Habis ur diğer hayati organlarıma yayılmaya başlayınca sabahlara kadar dualar etmeye başladım. Hiçbir sey olmadı... Bir sabah uyandığımda, ilahi bir mesaj alma yolundaki umutsuz çabalarımdan vazgeçiverdim, aniden. Ömrümün geri kalan vaktini, Tanrı, ölümden sonra hayat falan gibi seylerle geçirmeyecektim. Daha önemli şeyler yapma kararı aldım. O zaman gene seni düşündüm...
"En büyük mutsuzluk sevgisiz bir hayat sürmektir. Bundan daha kötüsü de bu dünyadan, sevdiklerine "Seni seviyorum" diyemeden gitmektir demiştin. Son günlerimi bu eksiği gidermekle harcayacaktım. İşe en zorundan başladım. Babamdan...
Oğlu yanına geldiğinde babası gazete okuyormuş... "Baba seninle konuşmam lazım" demiş, Tommy.. "Peki konuş oğlum.." "Yani çok önemli bir şey..."
Babası gazeteyi 10 santim indirmiş o zaman aşağı... "Neymis o bakalım?.." "Baba, seni seviyorum. Bunu bilmeni istedim.." Tommy gülümsedi, arkasını anlatırken.. Babasının elinden yere düşmüş gazete..Hayatında hiç yapmadığı iki şeyi yapmış.. Tommy'ye sarılmış ve ağlamış. Sabaha kadar konuşmuşlar.. Babası ertesi sabah işe gitmek zorunda olduğu halde... "Annem ve kardeşimle daha kolay oldu" diye devam etti Tommy..."Onlar da bana sarılıp ağladılar. Yıllardır bana söylemedikleri şeyleri anlattılar.. Bütün bunları yapmak için bu kadar geç kalmış olmama üzüldüm sadece.. Ölümün gölgesi üzerime düşünce kalbime acıyordum, bana aslında çok daha yakın olması gereken insanlara.. Nefes aldı Tommy.. "Bir gün baktım.. Tanrı orada hemen yanıbaşımda duruyor. Ona yalvardığım zaman bana gelmemisti. Onun kendi programı vardı. Kendi bildiği gibi yapıyordu.. Gerçek olan şu ki, haklıydın.. Ben onu aramaktan vazgeçtiğim halde, gelmiş beni bulmuştu."
"Tommy" dedim, "Sandığından çok önemli şeyler söylüyorsun, tüm insanlığa.. Sen Tanrı'yi bulmanın en emin yolunu anlatıyorsun. Onu sadece kendine ayırmak, sadece ihtiyaç duyunca aramak işe yaramaz... Ama hayatını sevgiye açarsan o gelir seni bulur... Bunu anlatıyorsun farkında mısın?. " Devam ettim.. "Tommy bana bir iyilik yapar mısın?. Bunları gelip sınıfımda da anlatabilir misin?..."
Bir gün tespit ettik. Ama Tommy gelemedi o gün. Ölümle hayatı sona ermemişti tabii şekil değiştirmişti. Büyük bir adım atmıştı sadece... inanmaktan, görmeye geçmişti. Ölümünden önce son bir defa konuşmuştuk.
"Söz verdiğim derse gelemeyeceğim. Çok halsiz ve bitkinim hocam" demisti.
"Anlıyorum Tommy!.."
"Benim yerime onlara sen anlatırmısın hocam?.. Sen anlatırmısın. Herkese, bütün dünyaya benim için anlatır mısın?.."
"Anlatırım Tommy" dedim.. "Anlatırım, merak etme!.."
İnsanlara "Seni Seviyorum" demek için, ölümü beklemenize gerek yok... Şimdi, hemen şimdi başlayabilirsiniz. Başlayın ki, hayatınız güzelleşsin, zenginleşsin... Hem... şimdi başlamazsanız, belki de hiç söyleme şansınız olmayabilir... Ben basladım bile..

"Sizi öyle seviyorum ki!.."


resim kaynak

2 Aralık 2013 Pazartesi

Hayat Umut Ve Sevgi Saçmaktır...

   


 Anne, altı yaşındaki lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi, acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Ama bu, artik mümkün değildi Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oysa o oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu.

    - "Bob! Büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını dilediğin ve hayal ettiğin oldu mu?" diye sordu.

    - "Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim". Anne gülümsedi ve.. ''Dileğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım'' dedi.

    Daha sonra, Arizona'daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona kadar büyük itfaiyeciler ile tanıştı. Ona oğlunun son isteğinden söz etti ve oğlunun itfaiye arabasına binip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu.

    - ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Eğer oğlunuzu Çarşamba sabahı saat yedide hazır ederseniz, onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sari renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botları ısmarlarız. Hepsi Arizona'da üretiliyor.''

    Üç gün sonra, itfaiyeci Bob'u aldı, ona elbisesini giydirdi ve hasta yatağından itfaiye arabasına kadar eslik etti. Bob, itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe dogru yol almaya başladı. Kendini çok mutlu hissediyordu. O gün Arizona'da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye Müdürlüğünün özel arabasına da binmişti.Yerel televizyonlar da onu izleyip, çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi, Bob'u o kadar etkilemişti ki, doktorların söylediğinden tam üç ay daha fazla yaşamıştı. Bir gece bütün yasam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire, aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bob'un itfaiyede geçirdiği günü hatırladı ve itfaiye müdürlüğüne telefon açıp Bob'un bu dünyaya veda ederken yanında, özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu. İtfaiye Müdürü;

    - ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar misiniz? Sirenlerin çaldığını duyduğunuzda, yangın olmadığı anonsunu yaptırabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşlarını ziyarete geldiklerini söyleyiniz ve lütfen onun odasının penceresini açınız'' diye yanıtladı.

    Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob'un 3.kattaki odasına dogru yaklaştı. Tam ondört itfaiyeci Bob'un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençelesen Bob itfaiye müdürüne baktı ve;

    - ''Efendim ben simdi gerçekten itfaiyeci miyim?'' diye sordu.

    - ''Bundan şüphen mi var Bob?'' diye yanıtladı müdür. Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı. 


resim kaynak