|
"Bebeğimi görebilir miyim" dedi yeni anne. Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağını açtığında şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı.Bebeğin kulakları yoktu...Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği,sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı. Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu... Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; Ağlayarak "Büyük bir çocuk bana ucube dedi..." Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı.Annesi, her zaman ona "Genç insanların arasına karışmalısın" diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu. Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu ile ilgili görüştü; "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu. Doktor "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti bir gün babası "Hastaneye gidiyorsun oglum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır" dedi. Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçmişti, bir gün babasına gidip sordu: "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir sey yapamadım... Bir şey yapabileceğimi de sanmıyorum" dedi Babası, "fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil..." Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi... Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına elini uzattı; Kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu. "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı babası"..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?" Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı degildir, ancak kalptedir! Gerçek mutluluk, gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir... Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!" resim kaynak |
29 Kasım 2013 Cuma
SEVGİ VE GÜZELLİK
26 Kasım 2013 Salı
Ahh Dedem
boş vakitte kahvenizi alıp öyle okuyun :)
Ahh Azizim;
şimdi
anlatacağım hikayenin bazı yerlerini çok sevecek,bazı yerlerini ise asla
unutamayacaksın...Aslında hiç bir hikayeye böyle başlanmaz,biliyorum.Bir bahar
sabahı diye başlayabilirdim.Veya daha güzel bir giriş bulabilirdim...Ama şu
anda amatörlükten gelen müthiş bir acemi cesaretiyle böyle başlıyorum.Bakalım
haklı mıyım,haksız mı.
Anlatmak
istediğim esas tema,şimdilerde insanların en çok korktuğu ölüm olayının o
zamanlar nasıl kolay,kutsal,şiirsel ve doğal kabullenildiğidir.Hikayeyi
bitirdiğinizde haklıymışsın diyeceksiniz.Hatta yeterince betimleyemediğimi fark
edeceksiniz.Ama benim de kendimce geçerli mazeretim var.
Anlatacaklarım
tıpatıp gerçek ve bu benim ilk anı hikayem...Hikayenin sınırlarını onca
çocukluk anısına kıyıpta,bazılarını es geçerek . tesbit etmekte
zorlandım.Anılarımın bazısına haksızlık yapmışım gibi vicdan azabı duydum.
Sonra kendi
kendime nasıl olsa kendim bile beğenmeyeceğim,dedim.Ama hiçte öyle
olmadı...Taslağını ilk okuyanlar müthiş buldular ve mutlaka tamamlayıp
yayınlamamı emrettiler.Evet aramızdaki samimiyete dayandırdılar,öyküye
kıyamadılar ve rica makamını es geçip emir mertebesinden hükmettiler.
İşte azizim
sen dahi,birebir gerçek olayları amatör bir yazardan dinlemenin işkencesine
katlanabileceksen,veya zevkine varmak dilersen,vaktin de yeterliyse,ruhsal
dengen de zamanda geri yolculuk yapmaya uygunsa,ülkemin elli yıl öncesi nasıldı
acaba diye merak ediyorsan,bu arada bendenizin hatalarını affederek bu kadar
kusur kadı kızında da olur diyebileceksen,pişman olmayacaksın....Bundan
eminim..
Seni alıp
elli beşyıl öncelere götürecek,tayyı mekan yaptırıp mutlu bir şekilde,sağ
salim,kazançlı olarak geri getireceğim.Biiznillah...
O vakit ben
beş altı yaşlarındayım...Henüz ilkokula başalamadığım için yedi yaş altı
olduğumu biliyorum.Bu anılar o sabi sübyan saflığımla, fotoğraf çeker gibi
yorumsuz kaydedilmiştir.Yapay bezemelere boğulmamıştır.O yaşlardaki bir çocuk
için,dünyanın her anı,her yanı her acısı ve her hazzı zaten yeterince
süslüydü...Herşey ilahiydi,mistikti. O atmosfer içinde,neredeyse bebek yaştaki
ruhumu, henüz hiçbir şekilde kirlenmemiş nefsimi, hz.Musa’nın üstün büyüsü
kadar büyülemişti bütün mekanlar ve olaylar.Zoraki bezemelere hiç ihtiyaç
duymadan kaydetmiş beynim herşeyi.Şimdi bana düşen bu albümü beynimin tozlu
raflarından çıkarıp sizlere olduğu gibi anlatmak...Size düşense malum.Geçin
bigisayarın başına beyninizi temizlemeya hazır,varsa bir kahve,neskafe alın
yanınıza,büyülü zamanlara pırıl pırıl insanların konukluğuna buyurun..
Sultandağları’nın
zirvesi, Kafadağı’nın eteklerinde bir vadidir hikayemize konu olan
mekan.Yurdumun gerçekten cennet köşelerinden bir köşedir.Havasıyla,suyuyla
inanılmaz güzellikteki doğasıyla ,keşfedilmeyi bekleyen yurdumun nadide bir
yaylası.
Konya ilinin
Doğanhisar İlçesi’ne bağlı büyükçe bir Anadolu köyüdür.Şimdilerde iki bin
dolaylarında nüfusu olan bir küçücük kasaba.Doğu yamacı kafa dağı ve
uzantıları,batı yakası Osmanyeri,Sorkun ve Sivridağı.Altı yedi kilometre
uzunlukta bir vadi ki ne vadi.Hem çam ormanları hem meşelikten nasibini almış.
Dağlarındaki
sayısız bitki türleriyle,büngül büngül kaynayan kışları ılık yazları çelik gibi
soğuk pınarlarıyla, her tür yaban hayvanına barınak ormanlarıyla,yüzlerce koyun
sürüsüne yaylım imkanı veren çayırlarıyla yurdum insanının bir kısmına geçim
kaynağı olan bu cenneti şiirlerle de anlatmaya çalıştım...
Eğer şiir
severseniz bir tanesini öyküyü bitirdikten sonra okumanız için sonuna
ekleyeceğim.
Köyümün bir
eksiği varsa o da nüfusuna göre yetersiz ekim alanlarıydı.En fazla arazisi olan
ailenin ektiği tarla, toplasan otuz dönüm gelmezdi.Şimdilerde ise beş dönüm
yeri olan aile olduğunu sanmıyorum.O yüzden çevre köylerde en çok
okumuşu,bürokratı olan bir yerleşim yeridir.
Halkı yok
yoksul bütçesiyle,Aydında,Nazillide amelelik yaparak,köy köy eşek sırtında
termiye satarak çocuklarını okutmaya mecbur kalmışlar.Gide gide daha çok arazi
ormana terk edilmiş kayalık alanlardan oluşan köyün gençleri,yatılı okullarda
okuyarak ailelerine yük olmaktan kurtulmuşlar.
Arazinin
sulanmayan yerlerinde Yahudi baklasından,çavdardan başka mahsul
yetişmezdi.Toprağa arı buğday tohumu ekseler çavdar biçerlerdi.Toprağın
yapısının buğdayı çavdara dönüştürdüğü söylenirdi.
Ormanlara
zarar verdiği gerekçesiyle sürekli mücadele edilen keçi sürüleri de geçim
kaynaklarından biriydi o zamanlar.Ancak köylüler devletle uğraşmaktan
bıktıkları için zamanla kıl keçilerinden vazgeçtiler.
Ayıları,kurtları,yabani
domuzlarıyla sık sık sürek avı yapılan,yaban hayatının bugün için özlemle yad
ettiğimiz her güzelliğini içinde barındıran bir mekandı doğası.Kartal da
vardı,akbaba da.Şahin de bulunurdu dağlarımızda atmaca da.Hele ki keklik,sülün
ve bıldırcınlar ..Baharları neredeyse her çalının dibinden bir palaz sürüsü
kalkardı...
Üreme
mevsiminde avlananlara iyi gözle bakılmaz,dışlanırlardı.Bugün devletin yapmaya
çalıştığı av yasaklarını köylü kendiliğinden yapardı.
-kuluçka
zamanında av yapılmaz,yazıktır,günahtır denilirdi.Bir serçe yumurtası kırdım
diye azarlandığımı hatırlarım.
Kış geldi mi
tavşan etinden yapılan ’’arapaşı ’’ziyafetlerinden geçilmezdi.Sıra gecelerinde
yenilip içilen ’’ arapaşı çorbası’’ tavşan etinden yapılır,anlatılan
hikayelerin konusu tavşan avı olurdu.Ava gidip te boş dönen neredeyse yok
gibiydi.
Köyde düzenli
misafiri olan,sürekli açık tutulan köy odaları vardı.Bu odalardan bir çoğunda
sürekli yabancı konuk bulunur,ücret ödemeden atıyla, eşeğiyle birlikte yer
içer, yatarlardı.Her . odanın altında mutlaka ahır- samanlık bulunurdu.Köylere
gelen her yabancı bu odalarda kalırdı.
Misafir
odası sahibi olmak bir statü işi,saygınlık nedeniydi.Oda sahibi demek, geçimi
kendisine yettiği gibi,yol ehline yetecek kadar da zengin demekti..Zenginlik
dediysek bugünün ölçüleriyle değil tabi.Bir yıllık geçimi ambarında olan aile
zengin sayılırdı.Misafirler bu odalarda aylarca kalabilirdi.Oda sahibi
misafirinin neden uzun süreli kaldığını sorgulamazdı.Gurbette kalanın vardır
bir derdi denilirdi.
Bu odalardan
ikisinde o dönemin en önemli haberleşme aracı radyo vardı.Köylünün dış dünya
ile ilgilenenleri akşamları ajans dinlemek üzere bu odalarda
toplanırlardı.Akşam saat yedi, ajans saatiydi.Radyonun biri, Muhtar odasında
diğeri eski muhtarın odası olan memiligilin odada idi. Bir de hırsız Yakup’un
evinde olduğu söylenirdi.
Hırsız Yakup
köyün üç bakkalından birisiydi.Sonraları o radyoyu babam satın alacaktı.Filips
marka dibek elli, bataryalı, küçük, lambalı eflatun renkli bir radyoydu.Köy
odalarındakiler ise bugünkü atmış yedi ekran televizyonlar gibi büyüktü.Bizimki
on yedi ekran küçük bir monitör kadardı.
Rahmetli
babam çok eli uz birisiydi.Birkaç sanatı aynı anda icra ederdi.İlk okula bile
gitmemişti ama mükemmel bir gözlemci,çok zeki ve eli her işe yatkın biriydi.
Askerden
gelirken ilk traş makinesini,sağlık çantasını,ecza dolabını köye getiren o
olmuştu.Tentirdiyotu,sargı bezini,aspirini,plasteri,cımbızı,oksijenli suyu ilk
olarak bende kullandıkları için iyi hatırlıyorum.Komşumuz kınacıların köpek sol
bacağımdan ısırdığında bana nasip olmuştu.Tentirdiyotun nasıl yaktığını,açık
yaranın nasıl iğneyle dikildiğini ilk ben yaşamıştım ve komşu çocuklarına ben
anlatmıştım. Ağzını açarak dinlemişlerdi...
Rahmetli bir
koyunun doksan lira olduğu zamanda beş kuruşa saç keserdi.Boşalan gaz yağı
tenekelerinden ilk sobayı yapan da babamdı.Ayrıca lehim yapar,altın
tokalar,hurda mataralardan . gelin başlarına tepelik yapardı...
Kış gelince
küçük çaplı bir marangoz atelyesinde çalıştığını,kapı pencere yaptığını da
hatırlarım.Kendimize yaptığı odun sobasını görenler şipariş vermeye başlayınca
marangozluğa boşlamış,daha çok soba yapmaya başlamıştı..Yaz gelince de köyde ev
yaptıran olduğunda inşaat ustalığı yapardı.Eline para geçen sayılı insandan
biriydi anlayacağınız.Radyo da o nedenle bizim eve çok erken girmişti...
Çay,kahve,gazocağı,lüks,ayakkabı,nazilli
basması,nar ekşisi,zeytin yağı,sucuk gibi o zamanın gelişmişlik arzeden herşeyi
gibi.Annemin giydiği ilk basma şalvar nedeniyle uzun süre
kınandığını,hatırlıyorum.
---Gadeli
mülükler..Eski köye çiçekli basmayla yeni adet getirdiler,diyorlardı...
Akranlarımız
içinde ilk pantolon giyen de,ilk lastik ayakkabı giyende ağabeyimle ben
olmuştuk.Erkek çocukları bile on, on iki yaşına gelinceye kadar entari
giyerdi.Bir çocuğun kız mı erkek mi olduğunu saçlarının uzunluğundan
anlardınız.Erkeklerin saçları çoğunlukla babama para vermemek için makasla sık
sık kesilir,uzamasına,kızlara benzemesine izin verilmezdi.
Hikayemize
esas konunun meydana geldiği gün güneşli bir bahar günüydü..Her bir odasında
bir ailenin oturduğu,eski hanay bir evimiz vardı..Bize ait tek odada beş kişi
yaşıyorduk..Altı yedi yaşlarında ben,iki yaş büyüğüm ağabeyim,iki yaş küçüğüm
kız kardeşim,otuzlu yaşlarında annem ve babam..
Evimizin bir
metrekareden daha küçük ahşap penceresinden sabahın ilk ışıkları içeri süzülür
süzülmez, anadan üryan çırılçıplak yattığımız yataklardan kalkardık.Çocuklar
olarak diyorum.Büyükler Ülker yıldızlarıyla kalkar,yapılması gereken birçok işi
çıra aydınlığında görürlerdi.
Gaz yağı çok
pahalı olduğundan evlerin içinden gayri her yerde is çıkara çıkara, çıra
yakılırdı.O zamanlar gece elbisesi olmadığından,dış giyimlerimiz eskimesin diye
yatağa çıplak olaraak yatardık.Önceleri yalnız çocuklar çıplak yatar
sanırdım.Sonra öğrendim ki büyüklerde bizim gibi çırılçıplak yatıyormuş.
.
Rahmetli
Ayşe teyzem Onsekiz on dokuz yaşlarında, bizde yatmak zorunda kaldığında,
benimle yatmıştı.Çıplak kadın bedenini keşfe çıktığım geceydi o gece.Teyzem
rahmetli uyur numarasına yatmış,merakımı rahatça gidermeme yardımcı olmuştu.
Hemen hemen
yüzde doksan insanların ikinci bir giyeceği olmadığından,giysi yıkanacağında
evden çıkılmaz,elbiseler vadinin ortasından geçen çayda yıkanıp,kurutulup
gelinceye kadar yorganların altında kalınırdı.
Köy anlattığımdan
da yoksuldu,ayaklarında çarık olanlar şanslı sayılırdı ama tahsildar geldiğinde
iki keçisi olan birini devlete vergi olarak verirdi.Harman zamanı etten
tırnaktan üretilen mahsulün onda biri vergi memurları tarafından terör
estirerek toplanırdı.Devletten çok korkan bir insanımdır, ben.
-Allah
devletimize . milletimize zeval vermesin ama kapısına da düşürmesin
diyenlerdenim.Sonunda otuz yıl öğretmen olarak bir bakıma ben de devlet oldum,
hala korkarım.Bu kadar korkunun kanımca nedeni, köylünün tahsildardan ve
jandarmadan nasıl korktuğunu,küçücük yaşımda,onlarla birlikte yaşayıp görmemdir
diye düşünürüm.Bilinç altıma öyle bir yer etmiş ki istesem de çıkaramadım.
Üretilen
buğday çeçlerine damga basılırken,daha harmanı savurmadan haber verilen vergi
memurlarına nasıl ters ters bakıldığını görenlerdenim.Ve o memurların nasıl
Azrail gibi korkutucu davrandıklarını da.Köylünün en saygını bile el pençe
divan durur,işini gördükten,tahsildar gittikten sonra derin bir nefes
alırlardı.
Çocuk halime
rağmen duygularını,ne düşündüklerini kalplerini okur gibi anlardım.O ayakta
duramayıp oturmalar,yan bakışlar,surat asışları,başlarını iki elleri arasına
alıp derin düşüncelere dalmaları unutmam mümkün değil.
Varlıklıların
yatakları yünden olurdu.Bizim gibi yoksulların ise kuru meşe yapraklarıyla
doldurulurdu.O gazeller bir mevsimde ezilip toz haline geldiğinden her
sonbaharda pelitliğe gidilir, yeniden kurumuş meşe yapraklarıyla
doldurulurdu.Bunun için kadınların keşik yaptıklarını bilirim.
Köyün temiz
havası,ya da çıplak bedenimize batan o yaprak sapları insanı erken kalkmaya
zorlardı sanki.Ne kadar yorgun olursak olalım gün doğmadan kalkardık.Hatta
üzerine güneş doğanlara iyi gözle bakılmazdı.Yün yatağı olmanın zenginlik
ölçüsü sayıldığı zamanlardı o zamanlar.Çok geçmedi babam da yün yataklar yaptı
da erken kurtulduk o çıplak tenimize batan . gazel saplarından.
Evlerde
aydınlatma aracı ya çıra ya da gaz lambası olduğundan, gün ışığıyla yatılır,gün
ışığıyla kalkılırdı.O zamanın yeni icadı el fenerlerini alabilenler(çoğunluğu
gençlerden oluşurdu),iki pilli veya dört pillisine göre statü sahibi
olur,geceleri de kendilerini olabildiğince hür hissederlerdi.Tabii elektrikle
tanıştığımız o lambaları almaya da pil kullanmaya da varlıklı olanlar hak
sahibiydi.Bizim de vardı ama babam kullanmamıza izin vermezdi.
Cep aynası
taşımak bile modernlik sayılıyordu.Birinin aynası kırılsa köyde ,en azından
mahallede haber olurdu.Neden,nasıl kırılmış,kim kırmış konuşulurdu.Annemin bir
kırık ayna bile yok şu evde diyerek şikayet ettiğini hatırlarım.Daha çok saçını
taradığı zamanlarda yapardı bunu..Gaz lambasının arkasındaki tenekenin
parlaklığıyla idare ederdi.Rahmetliyi yıkanmış,saçını tararken seyretmeyi çok
severdim.Dünyanın en güzel kadını benim annem olmalı derdim.
O gün yine
her zamanki gibi ayrana katılıp karıştırılmış, akşamdan kalma bulgur pilavından
oluşan kahvaltımızı yapmıştık.O zamanlar kahvaltının adı henüz sabah aşı
idi.Kahvaltı kelimesini kullanmaya, yapmaya,çay şekerle tanışmaya,gazocağı ile
yemek yapmaya,lüks denilen ipek gömlekli (gazyağı kullanan) o muhteşem ışık
kaynağına kavuşmaya henüz birkaç yıl vardı.
O, ülkemizde
çok hızlı gelişmelerin olduğu ellili yıllarda, ayağımız çarıktan
kurtulacak,(cizlevat) marka lastik ayakkabılara kavuşacaktık.Üstüne üstlük aynı
yıllarda (diazinon)denilen bir ilaç sayesinde bit illetinden de yakamızı
kurtarmış olacaktık.
Menderes ve
. İnönü adlarını o günlerden biliyordum.Biri mehdi gibi seviliyor,biri firavun
kadar lanetleniyordu.
--Menderes
geldi de ayağımız çarıktan,sırtımız bitten kurtuldu,diyorlardı.Hele ki kaput
bezi ne çok konuşulurdu.O zaman her genç kızın olduğu evde bir dokuma tezgahı
bulunur,peşkir dokunurdu .Çeyiz yapmak üzere otuz santim genişliğinde kumaşlar
dokur, onunla yatak yorgan çarşafı . yaparlardı.Göynekleri de dokurlarmış ta
bir zamanlar,Menderes zamanında çıkan nazilli basmaları ve amerikan dedikleri
kaput sayesinde onlardan kurtulmuşlarmış.
O ne büyük
mucizeydi Yarabbi…Bit ilacının geldiği gün yani..Sipariş üzere Konya’dan
getirtilmişti.Babam rahmetli,Kemerli Ali diye bir arkadaşından almış
ismini...Öğrenir öğrenmez hemen getirtmişti.Ajanslarda haber olduğunu da
hatırlarım o ilacın ve bitten milletçe yavaş yavaş kurtuluşun..
Tenekeden
yapılma bir pompayla,yatak döşek yüklükteki yedek yorganlar,üzerimizdeki
elbiseler tamamı ilaçlanmıştı.Evin içi o güne kadar tanışmadığımız DDT
kokusundan teneffüs edilemeyecek kadar kirlenince kendi kendimize;
-Bu ilaç
bitleri öldürecekse bizi de öldürür, diyerek yarı çıplak dışarı
kaçışmıştık.Babam ağzını burnunu bir tülbentle sararak biraz daha, biraz daha
sıkmıştı pompayı.Sanki bitli geçen yılların öcünü almak ister gibiydi.
-Odanın
kapısını sıkı sıkıya kapatın, demişlerdi.
-İyice
zehirlensin de herşey,sirkeleri de(bit yumurtalarına sirke denilirdi) ölsün..
İnanılır
gibi değil,gerçekten bitten kurtulmuştuk. Ancak bir gerçeğin de çabuk farkına
varmıştık.Köylünün tamamı bu ilacı alıp kullanmadıkça, bitlerden temelli
kurtuluş yoktu.O nedenle,evimizde ilaçlamayı sık sık yapmak zorundaydık.Siz bir
yere gitseniz veya biri size gelse (ki bu o zamanlar çok yapılan sosyal bir
davranıştı,) hemen bitleniyordunuz.Şöyle bir deyimin o günlerde herkesin
dilinde olduğunu hatırlıyorum.
----Bir
topal bit, bir gecede dokuz yatak gezermiş.Çok geceler bu sözün doğru olup
olmadığını sorgulayarak uyuduğumu hatırlıyorum...Nasıl gezerdi ki,bir gecede
dokuz yatağı bir topal bit...Hem neden kanını içip durduğu kişiden binbir
zahmetle bir başkasına giderdi...
*********
Olay günü,
çok güzel bir güne başlıyoruz, demiştim.Veya diyecektim.Güzel dedimse de siz
her zamanki gibi sıradan bir gün olarak bilin.Özellikle benim kadar küçükler
için her doğan güneş bir mucize her yeni gün bir kerametti zaten.Hafıza
bandımıza düzenli olarak bilmem kaç megapiksellik öyle görüntüler
kaydediliyordu ki her an,akşam olmasın,gece gelmesin isterdik.O yüzden her gün
bir öncekinden daha güzeldi.
O gün, ben
uykudan kalktığımda çoktan kıra gitmesi gereken hayvanlar gönderilmişti.Tabii
sağılması gerekenler sağıldıktan sonra.Güneş doğdu doğacak haldeydi.Hanayın
şöminesinde, (biz şömine demezdik,ocak derdik)kara bakır haranı tencerede
kaynamakta olan sütün kokusundan anlıyorum bütün bunları..
Annem her
zamanki gibi çoook erken kalkmış,hem ineğimizi,koyunlarımızı(beş taneydi,sonraki
bir zaman evin avlusunda kurtlar parçalayacak, sayıyı bire indireceklerdi)
sağmış,tavukları (beş tavuk bir horoz)yemlemiş.
O zamanlar
kümeste horoz olmazsa tavuklar yumurtlamaz sanılır,her kümeste bir horoz
beslenirdi.Bir seferinde horozunu misafire kesip yediren bir komşumuza bir
başka komşunun;
---Yazık
değil mi kız o tavuklara,çabuk bir horoz bulup koymalısın
kümeslerine.Tavukların da canı var ayy, dediğini hatırlıyorum.O yaşta neden
tavuklara o derecede acıdığını anlamıştım.
Ayrı ayrı
çobanlara kuzuları,koyunları,öküzümüzü ineğimizi,eşeğimizi sürmüş,annem
rahmetli.Bu arada günlük yufkamızı da eylemiş.Tekne, senit,oklava pişirgeç
hepsi ortalıkta.Toplamaya zamanının yetmediğini anlamak hiçte zor
değildi.
Yeni pişmiş,
buğday- çavdar karışımı undan yapılan,biraz esmer, şimdilerin deyimi ile
biyolojik ekmekler mis gibi kokuyor…O zamanlarda topraklarımız henüz fenni
gübre ile tanışmamış,epter tohumlara bağrını açmamıştı.Hatta kırk santim
derinlere giren pulluktan da haberleri yoktu.Karasabanla sürülür,el orağıyla
biçilirdi.Ne biçme makinesiyle tanışılmış,ne de biçer döverleri görmüşlerdi.
O nedenle
ekmekler de sütler de,hatta etler de doğal
kokusundaydılar.Bakirdiler.Alımlı,çalımlı albeniliydiler.Şifa ve zevk
kaynağıydılar. Lakin biz değerlerini yeterince bilmiyormuşuz.
Ekmekler hep
öyle enfes kalacak,sütler her zaman şifa kaynağı olacak,etler piştiği zaman
yedi mahalleye kokusunu yayacak sanırmışız .
O sabah
amcalarımın,yengelerimin de aynı telaşla salonda, hayatta,ambarlarda(O vakitler
ambara kiler denirdi) dolaştıklarını,kapıların ardı arkasına açılıp
kapandıklarını hatırlıyorum..Şimdilerde birçok sokak bile o kadar hareketli
değil.O zaman bizim evde nüfus yoğunluğu hat safhadaymış anlaşılan..
Babam
rahmetli, babasının en küçüğü olduğundan bizler de küçüktük. Amcalarımın
evlilik çağında kızları, oğulları vardı.Hatta evlenip gidenler olmuş. Ben o
yaşımda bir çoğunu tanımıyordum bile.Bizim yaşımızda olan kuzenlerimizde vardı
tabii.Zamanla ne kadar kalabalık bir aile olduğumuzu anlamıştım.Babamlar altı
kardeştiler.Dört oğlan iki kız.Halalarımdan birisi erken ölmüş.Diğerini . de
çok sonra öğrenecektim.Gelir giderlermiş te ben bilmezmişim.Evimize o kadar çok
gelen giden olurdu ki,o yaşta herkesi tanımak imkansız tabii.
Onca
kalabalığa rağmen uyum içinde yaşayıp gidiyorduk.Hiç çıngar çıktığını
hatırlamıyorum...Herkes ne kadar iş bitirici ne kadar itaatkardı Allah’ım.Sanki
kimse kimseye isyan etmezdi.
Biraz daha
büyüdüğümde bazı ufak tefek kırılmalardan da haberim olmuştu.Geri planında ya
çocuk dövüşlerinin ya da gelin sürtüşmelerinin olduğu,kadın milletinin ( böyle
denirdi)kendi aralarında halledemeyip erkek milletine sıçrattıkları sıradan ama
onlara göre önemli olaylar ve kırgınlıklar.
Henüz hem rahmetli
ninem sağdı,hem de rahmetli dedem.Buna rağmen önlenememiş o kırılmalar. Sürgit
devam edenleri de oldu..Yıllar sonra, neredeyse torunların çağında gidermeye
çalıştığımız kırgınlıklardı bunlar.
Her
kalabalık ailede olabilecek olaylardı belki ama hangi ananın, hangi babanın
çocukları olunduğunun önemi büyüktü.Soylu ailelerde on gelin bile olsa çıt
çıkmazdı.Kavgalı,çıngarlı evlere hoş bakılmazdı.Rahmetli dedem de ninem de
köyün sayılan sevilen eşrafındandılar.Ninem o zamanlar beş yıllık felçli, yatalak
olduğu halde koca köyde sözü dinlenir,güvenilir bir otoriteydi.
Eminim bu
basite indirgemeye çalıştığım olaylardan dolayı çok üzülmüşlerdir.Genç- yaşlı
insanlar çok sık olarak ona gelir akıl danışırlardı.
İkinci dünya
savaşının kıtlık yıllarında,köyde erkek köküne kıran girdiği zamanlarda,
hacıgillerin Esma kadınla birlikte köyü yönettikleri,açları açıkları koruyup
kollamak için akıl almaz mücadeleler verdikleri anlatılırdı.Yine de evindeki
bazı olaylara gücü yetmemişti demek ki.
Arpa ununa
cicovuk otu karıştırarak ekmek yapmayı,Yahudi baklasından (termiyeden)
ebegümecinden ve cicovuktan otlu ekmekler yapıp açlığa çare aradıkları,
yaşlılarımız tarafından halen anlatılır.Ninemin otoritesini anlatırken acımasız
davrandıkları da olurdu.
--Ekmeği
kilitlerdi.Kilidi belinde taşırdı.Her şahısa,her öğünde bir ekmek.Zırnık fazla
yok..Gencine ihtiyarına,çocuğuna,gebesine,emziklisine bir ekmek
verirdi,derlerdi.
Rahmetliyi
güya yermeye çalışırken övdüklerini farketmezlerdi.
Dedem
rahmetli ise köyün yürük doktoruydu.Bugünlerde öylelerine herbalist mi ne
diyorlar.Aktar mı..Doğal çevreden toplanmış şifalı otlarla her tür hastalığa
bir çözüm üretir,ücretsiz şifacılık yapardı.
Yetmiş
seksen dolaylarındaki yaşına rağmen bahar geldi mi eşeğine biner, birkaç
günlüğüne sık sık kaybolurdu.Sonra envai çeşit otlarla geri döner,tavandaki
çivilere demet demet asardı.Kimi otları çuvallara doldurur saklar, kimini demet
eder duvarlara, tavanlara asıp kuruturdu.Kış gelince akın akın gelen insanlara
o otlardan karışımlar verir,tariflerini yapar gönderirdi.
Köy yerinde
doktor nedir bilinmezdi.Hastalanınca ya hocaya gidilir ya da dedemin verdiği
otlardan şifa aranırdı.Ağrılara kekik yağı,çıbanlara siğil otu..Karın
ağrılarına keten tohumu lapası sarılır,bitki çayları içirilirdi.Tarhana
çorbasına yoğun olarak karıştırılmış acı biberle, tereyağı ile üşütmelere çözüm
üretilirdi.
Çok
üşütenlere şişe vurulurdu.Acıgüneyik (Hindiba) kökü kaynatılır içilirdi.Keten
tohumu ezmesi,çörek otu,üzerlik tohumu,bise,sirke,katran,zivt ,zeytinyağı,bal
şifa için önerilen ilaçlardı. Neyi ne için verirdi,hangi hastalıklara şifası
yok derdi,bilmiyorum.
Köyümüzde o
zamanlar öyle çok kar yağardı ki,damlardan kürenen karlarla sokaklar
düzleşirdi.Bazen hayvanları suya götürmek için kar altından tüneller açıldığını
hatırlarım.O günleri anarken annem rahmetli daha beterlerini bile yaşadıklarını
söylerdi.Henüz . küresel ısınma başlamamıştı demek.Daha beteri nasıldı bilemem
ama benim şahit olduğum çileler diz boyu idi.
Koca köyün
dört çeşmesi vardı.Evlere su almak bile sıra gerektirirken, hayvanların kıra
çıkaramayıp çeşmelerden sulamak tam bir kaos oluştururdu.Nasıl kavgasız
dövüşsüz halledilirdi o zorlukları, anlamak bugünlerin aklıyla imkansız.
Köy
ahalisinin tamamı . sanki tasavvuf tekkesinden mezunmuş,her biri bir Mevlana
öğretisinden geçmiş, dervişlermiş gibi.Aslında burada miş takısı haksız
kullanıldı.Öyleydiler.Yani Mevlana dervişlerinin çocukları ya da
torunlarıydılar.
Ne zaman
kapatıldığını bilemediğim bir tekke vardı köyde.Tekkenin eğitim yapılan yerleri
yıkılmıştı ama büyük şeyhlere ait mezarların bulunduğu,üstü kara örtüyle örtülü
bir harap bina vardı.Geceleri . içinde mumlar yanardı.Uzaktan bakar, yanına
varmaya korkardık.O mumları melekler yakar sanırdık.Büyüdüğümüzde tekkeye
kendini adamış bir yaşlı kadının yaktığını o ölünce öğrendik.
Köyün
tekkesinde görev yapmış büyüklerin mezarları vardı, aşağı mezarlıkta.Baş
uçlarında dört beş metre uzunlukta elli atmış santime yakın kalınlıkta mezar
taşları dikiliydi.Osmanlıca’yı öğrendikten sonra,yıllar önce üzerlerindeki
yazıları okumuştum.Horasan erlerinden, Mevlana hizmetkarı, şeyh ali efendi
gibi,isimlerdi. y
Köyde tek
cinayet işlenmiş, bilinen tarihi boyunca..Kırsalda bir efe öldürülmüş.Ama bu
efenin efeliği çevre köylere de sıçradığından onu öldürenin hangi köyden olduğu
bile tesbit edilememiş.Üç köyün sınırında olmuş ki kim vurduya gitsin.
-İyi de
oldu, diyorlardı.Herkim vurduysa iyi etti.Şirnemişti.Kanına susamıştı.Sonunda
birilerinin canını yakacak kadar efelenmişti.Keskin sirke olmuştu ki küpüne
zarar,diyorlardı.
--
Birilerinin
ırzına namusuna musallat olmadan vurulması iyi oldu.
Köyde ufak
tefek sürüden koyun çalıp yemeler dışında hırsızlık da olmazmış.Onu da yapan
genç çobanlar olduğundan çabuk bilinir,hemen kendisinden bir koyun alınıp
mağdura verilerek işler halledilirmiş.
Üstelik kış
günlerinde köy odalarının şaka şamata sohbetlerine konu olurmuş.Olağan
sayılırmış.O yaşlarda bu hep olurmuş.Hasta ziyaretleri,çetin kış şartlarında
köye inen kurtlar,büyük indeki ayının yavrusunu kıskanarak muhtar Ahmet’e nasıl
taş attığını anlatan hikayelere bir alternatif olsun diye küçük olayların
abartılması gerekirmiş.
. Radyo
yalnız muhtar odasında,hırsız Yakup’ta ve memiligilin odada olduğundan,oralara
da herkes gidemediğinden az haberle yaşanan yıllar,o yıllar.Köyün kendi
haberini kendisinin ürettiği,yenisi üretilinceye kadar dile pelesenk edilen
eski haberler.Ancak gaza,tuza zam geldiğinde köy dışı haberlerin konuşulduğu
zamanlar.
Babam o
sabah kahvaltısının ardından anneme,
-Kız,bir
şinik haşhaş çıkar da yağ çekip geleyim.Ben bugün eniştemin yağ atölyesini
açacağım.Eniştem kasabaya gitti.der demez;
Hemen
atıldım.
--Ben de
gelebilir miyim baba. Pek adeti değildi ama o gün,gel dedi.
Bu hikayenin
çocuk beynime kazınmasında beklemediğim o‘gel’in etkisinin diğer etkenlerin
yanında esas oğlan olduğuna inanırım.Sonrakiler çok çok önemli ama,bu aşırı
sevinmeme neden olduğundan beynimin daha bir faal hale gelmesine, diğer
ayrıntıları mükemmel kaydetmesine sebep olduğuna inanırım.
Hanay evin
tahta merdivenlerini o küçük bacaklarımla ,ilk defa tek tek indiğimi
anımsıyorum.Koltuk kapısını, hızlı çarpmasın diye bir elimle karşılamadığım
için çok sert kapanmıştı.Eğer dedem uyur olsaydı bile uyandırıp kızdıracak
kadar hızlı kapanmıştı.Ancak o, zaten her sabah,sabah namazına kalkar,bir daha
yatmazdı.Yatsıdan sonra yatmamayı mekruh sayar,gece namazına kalkın diye
gelinlerini, oğullarını hep tembih ederdi.Annem ve babam o yaşlarda henüz namaz
kılmadıkları için, hep bahaneler uydurur,inşaallah başlayacağız diye dedemi
kandırırlardı.Ama amcalarımdan kılanlar vardı sanırım.
Mevlit amcam
rahmetlinin kıldığından eminim.O biraz hocaya gitmiş.Kuran okuyup yazan bir o
varmış zaten.Diğerleri daha namazlını öğrenemeden rahmetli mektep hocasını
jandarmalar sakalından sürükleyerek götürmüşler kasabaya.Hapis yatırmışlar.Bir
daha kimse cesaret ederek çocukları toplayıp ta namaz kılmayı öğretecek
bilgileri verememiş.
Eee herkes
kendi kendine nasıl öğrenecek.O zaman dedemin demelerini bir faydası yok.O da
kendi vicdanını rahatlatıyor . güya.Ben kılın dedim,diyecek sorgu meleklerine.
Dedem çift
çenetli cümle kapısının hemen yanındaki odasından çıkarak,kapı kasasına
tutunup,başını uzattı.Bir seksen boylarında, bedeninde bir gram yağ olmayan,
çığ gibi bir delikanlı görünümündeydi. O vücuda yakışan uzun bir boynu
vardı.,Nur yüzlü, sünnete uygun bir tutamlık ak sakallı seksenlik dedem,o
meşhur mülayim sesiyle,karşısındakini incitmemek için özen gösteren her zamanki
tavırlarıyla;
--Ahmet
Oğlum,nereye gidiyorsun,diye sordu.
--Eniştemin
atölyesini açacağım, baba.Kasabaya gitti de.Bu arada bir şinik haşhaş
aldım.Yemeklik yağımız bitmek üzereymiş.Müşteri gelinceye kadar kendi yağımı
çıkarayım dedim.dedi.
İyiii..
dedi, dedem ve ekledi;.
-Uzak yere
gitme,ben bugün öleceğim.
Yapma
baba,dedi, babam.Başını iki yana sallayarak.
Vücut
dilinde
-inanmıyorum
demekmiş,o davranış.Yıllar sonra katıldığım bir kişisel gelişim seminerde
öğrendim.
--Yapma
Allah aşkına,baba…Allah gecinden versin,dedi. Ve yürümek istedi.…
Babam bence
de haklıydı.Dedem çakı gibi karşımızdaydı.
Babam
bilmiyordu ama dedem akşamla yatsı arasında buğdaydan . yapılmış kavurga bile
yemişti...Kütür kütür kavurga yerken dişlerinin tamamının sağlam olduğundan söz
edilmişti.Şakalaşmışlardı.Hiç bir şeyden şikayeti yoktu.Hele hele ölümü yakın
bir hali hiç yoktu.Dedem,hafif sertleşen,kesinlik ifade eden bir ses tonuyla
tekrar;
--Laf dinle
oğlum.Uzağa gitme dedim sana.Ben bugün öleceğim,dedi.
Babam;
--Tamam
tamam,uzağa gitmem,köy içindeyim, dedi ve yürüdü..Çift kanatlı cümle kapısını
biraz sert açıp,sert kapattı.Uzaklaşır uzaklaşmaz da dedemin aleyhine birşeyler
mırıldandı ama ben tam anlayamamıştım.
--Olacak iş
mi.Sen nereden bileceksin ne zaman öleceğini, dediğini ve aşağıdaki son
cümlesini iyi hatırlıyorum.
-Cık cık
cık..Adama bak yahu..Allah Allah.Bugün ölecekmiş..
Babam da
dedem gibi uzun boylu olduğundan adımlarına yetişemiyordum.Biraz geride kalınca
koşarak yetişsem de,geride kalmaktan asla kurtulamıyordum.O yüzden her
söylediğini anlamam mümkün değildi.Ama hem inanmak istemediğini,hem de
korktuğunu yüzünden anlamıştım.On dakika önceki neşesi kaybolmuştu yüzünden.
Eğer
neşesini yitirmeseydi kesinlikle şu boş araziyi geçerken,kar yağıyor
yağıyor,paltomu giyeceğim,ihtiyara varıp ta dede mi diyeceğim türküsünü .
mırıldanırdı.Yahut,öküzümüm torbası düşmüş gördün mü.Manda yuva yapmış söğüt
dalına türküsünü yani.Ama neşesi kaçmıştı.Sanki daha hızlı giderek, öfkesini
yoldan,adımlarından çıkarıyordu.
Köyün dar ve
çamurlu yollarında düşmeden menzilimize ulaştığımızda nefes nefese kaldığımı
hatırlıyorum.
İlk defa
gördüğüm imalathaneyi on dakika kadar oturarak izledim..Merakım ağır
bastı,haşhaş ezen silindiri,babamın yakmaya çalıştığı ocağı ve yağ çıkaran
bölüm olduğu kurnasındaki yağ izlerinden anladığım makineyi incelemeye
koyulmuştum..Babamın keçi kılından bir torbaya silindirde ezip,ocağa
sabitlenmiş bir tavada kavurduğu haşhaşları doldururken, koşa koşa kapıya gelen
birinin selam bile vermeden;
-Ahmeeeet..Baban
ölmüş len..Koş..dediğini hatırlıyorum.
--Deme
len,dedi babam..vahhh..tühhh..Şu işe bak yavv.
Babam kendi
. kendine konuşuyordu.Haberi veren aynı hızla geri gitmişti çünkü.
Elindeki
torbaya kalan haşhaşları doldurmaya devam etti.Koşar adım işkence aletine
yerleştirdi.Bir iki tur sıktı..Tam yağ akmaya başlamıştı ki bıraktığı gibi
koşmaya başladı.Kapıyı açık bıraktığımızı şimdiki gibi hatırlıyorum.Dönmek
istedim,boş ver dedim kendi kendime ve ben de ardı sıra koştum.
.
--Dedemin
dediği çıktı desene..Öleceğim demişti, ölmüş.Nasıl bildi ki diye
düşündüğümü,yolun çamurlarında kayıp düşmekten korktuğum için düşünmekten
vazgeçtiğimi hatırlıyorum.
Babamdan çok
sonra vardım eve.Evde kim var kim yoksa hepsi dedemin odasındaydı.Onca insanın
bacaklarının arasından geçerek anneme ulaşmıştım.Dedem bir yatakta uzanmış
yatıyordu.Babama;
--Oğlum git,
birkaç lokum al gel bakkaldan,dedi.
Anneme de;
-Kızım sen
de git bir kaşık yoğurt getir ağzıma ver,siz hiçbir şey öğrenmediniz
mi,diyordu..
-Can ürktü
bir kere,kim bilir ne kadar eziyet çekeceğiz…Ağzıma bir su veren olmayacak mı
içinizden,derken, yataktan doğruldu,oturdu,
-Offf
dizlerim,dedi.Hep senin yüzünden kadın bu acılarım.O görüntü şu anda gözümün
önüne geldi.Tüylerim diken diken oldu.Yüzündeki acıları farkettim yeniden içim
yandı.
Asiye
yengeme bakarak söylemişti bu sözü.
Sonradan
öğrendiğimize göre,biz gittikten sonra rahmetli kuşluk namazına durmuş.O gün
evini temizleme sırası kendisinde olan Asiye yengem dedemi secde ederken
bulmuş..Orayı burayı düzeltip,evi süpürürken dedemin secdede öylece
durduğunu,hiç doğrulmadığını fark etmiş..Yanına yaklaşarak birazda yakından
incelemiş,öldüğünü düşünerek,korkusundan aceleyle kalçasına sertçe dokunmuş;
--Bu nasıl
secdeymiş hay koca,demiş..Demesiyle dedemin düşmesi bir olmuş..Dedem rahmetli
hızla sol yanı üstüne düşmüş.Düşer düşmez de canlanmış,kendine gelmiş.
--Ahh be kadın..demiş,siz
kadınlar, adamı ölürken de rahat bırakmazsınız..Çabuk yukarıdakilere haber
ver….
Hemen herkes
koşuşmuşlar tabii.Yatak sermiş,yatırmışlar.
Babam
rahmetli beş dakika kadar sonra elinde bir bez mendile sarılı lokumlarla
geldi.Hemen bir tanesini ağzına verdi.İki, belki üç lokumdan yedikten sonra
yeter,dedi rahmetli.Ardından birkaç kaşık yoğurt yedirdiler.Herkes
şaşkındı.Komşulardan gelerek geçmiş olsun diyenler oldu.Biraz kendine gelince;
-Susun,dedi.
Kendi
aralarında usul usul da olsa konuşanlardan . dolayı odanın içinden taşan bir
gürültü vardı.Susun,der demez herkes sustu.Otoritesi yerindeydi.Babam
rahmetliyi yanına çağırdı.
--Bak
oğlum,dedi.Beni iyi dinle.Aşağı mezarlıkta, eskicilerin bahçenin köşesinde,
erenler mezarlarının yanında, bir takkeli taş var ya..Biliyorsun değil mi.
--Evet
biliyorum baba.Şu sarıklı mezar taşını diyorsun,bildim.
-Hahhh,
evet.O taşın dibine ayağını koyacak,beş adım kıbleye doğru gideceksin..Kazmayı
oraya vuracaksın.Oradan iki büyük,kızıl mermer çıkacak..O mermerlerin arasında
bir muska bulacaksın..O muskayı başımın altına koy.Taşları da başıma ve ayak
ucuma dik.Tamam mı.Sakın o taşları ve muskayı bulmadan beni defnetme,dedi.
-Aman
Mustafa amca ne defnetmesi,sen kurtuldun inşaallah,iyileştin.Geçmiş olsun,dedi
bir komşu..
--Ben bugün
öleceğim dedim size.Ayrıca büyük bir rüya gördüm..Gidin köyün hocalarından
birini getirin bana.Önce ona anlatayım,danışayım.İzin verirse size de
anlatırım,demişti.
Babam
koşarak,yeniden köy içine gitti.
Dedem,
-_Hacıgilin
Memiş’i bulun,çağırın gelsin dedi.Onunla helalaşmadım sanırım..
Birileri de
Memiş amcayı bulmak için koştu.Demek ki köylünün hepsiyle zaman içinde
helalaşmıştı..
Biraz sonra
babam nefes nefese geldi.Hocaların ikisi de kasabaya gitmişler,yoklar dedi.
-O zaman
anlatamam.Belki de anlatmam sakıncalıdır.Hepiniz hakkınızı yeniden helal edin..
Annem
rahmetli durmadan hıçkırıklarla ağladığı için,o anlarda ağlamasını iyice
artırdığından bazı konuşmaları takip edemedim.Bir saatten uzun süren olayın
bazı bölümlerini o nedenle hatırlamıyorum.Ancak sık sık yattığı yerden
oturamağına gelip;
--Offf dizlerim,
dediğini iyi hatırlıyorum..
Bir müddet
sonra kapıya yakın duran anneme;
-Çekil kızım
kapıdan,çocuğu da çek,yelleri dokunmasın,götürmeye geliyorlar, dedi.
Annem iyice
bir korkarak,beni de çekiştirip kapıdan uzaklaştı.Yatağın ayakucuna geldi.Ben
de tabii..Dedem yattığı yerden;
-Aleykümselam,aleykümselam,aleykümselam,aleykümselam
dedi.Demek bir değil birkaç kişi geldi diye düşündüğümü hatırlıyorum.Hani
Azrail alırdı canları..
Bir müddet
birşeyler dinlermiş gibi durdu,gözlerini yukarıya çevirdi..
--Eşhedü
enla ilahe illallah,Muhammed en Resulullah,dedi..Gözlerini kapattı..Başı yana
doğru düştü,yüzü kıbleye geldi..Odanın içini feryat figan kapladı…Herkes
ağlıyordu.Annemin bacaklarına sarıldığımı hatırlıyorum...Bir de babamın,dedemin
ay gibi parlak,o nur yüzünü yorganla örttüğünü...Gerisi...
Mezar
kazanlarla birlikte ben de,o küçük yaşıma rağmen mezarlıktayım.Bakalım dedemin
dediği taşlar kazılan yerden çıkacak mı.Meraktan çatlayacağım.Kimsenin bana sen
ne arıyorsun mezarlıkta dediğini hatırlamıyorum.İlk defa mezarlığın
içindeydim..
Ömrüm
boyunca,unutmadığım bu olayın benim inancımda ne kadar etkisi olduğunu
düşünmüşümdür hep.Onlarca cilt ateizmi savunan . kitap okudum,bir zırnık
inancımdan sapmadım.En cahil dönemlerimde bile imanından vazgeçmedim.
O gün
babam,dedemin dediği takkeli taşa sol ayak topuğunu dayadı,bir iki üç dört beş
dedi.,adımlarını aça aça..
-Burayı
kazın dedi, yanındakilere.
Demek ki
dedem adımlarını iyi aç demişti.Yahut adım atmanın da bir adabı vardı.
Taşlar ve
muska bulununcaya kadar oradan ayrılmamıştım.O üçbeş kişinin zor kaldırdığı
kırmızı mermer taşları şu anda resmini çizecek kadar iyi hatırlıyorum.
--Hele len..
Gerçekten bir muska da var, dediklerini de.
Dedeme öyle
bir saygı duymuştum,öyle derin bir sevgiyle sevmiştim ki,her bayramda,arifede
mutlaka mezarını ziyaret . edeceğime söz vermiştim,kendime..
Elli yıldan
fazla zaman geçtiği halde elli kere fatiham nasip olmadı..Mezarı başında
yani..On bir yaşımda ayrıldığım köyüme sık gidemedim ki.Uzaktan uzağa ne
yapabildiysek,o. Büyüyüp para kazanınca mezarını yaptıracaktım güya..
Geçen yıl
ziyaretine gittiğimde mezarın yerini bulamadım.O mezarın başına dikilen taşlar
ve o meşhur takkeli taş yok olmuştu..Hatta erenlerin başındaki üç dört metrelik
uzun sütunlar da yok olmuş.Kırık dökük yerlerdeler.
Cehalette
ebu cehile rahmet okutacak kadar cahil bırakılan neslimiz müslüman
mezarlığında,üstelik tekkenin şeyhlerinin mezarlarında altın
aramışlar..Ortalığı talan etmişler.O tarihi sütunları kırmışlar.Takkeli taşın
takkesi kırılmış, sökülüp bir kenara atılmış.Takke yani . sarıklı kısmı alıp
götürülmüş, belli.
Yanımda
ziyarete götürdüğüm, eşim,çocuklarım,biraderim,onun çocukları ve torunlarım
vardı.Hepsine karşı çok mahcup oldum.Bu hikayeyi kendilerine anlatarak
götürmüştüm..O mezarlıktaki perişanlık içimi yaktı.. Dua okurken gözyaşlarıma
hakim olamadım.
Benim
hıçkırıklarla ağladığımı gören herkes ağlayarak amin derken,torunlardan
biri;
-Niye
ağlıyorsunuz, dedi.Beş yaşlarındaydı.
Benim bu
hatırayı yaşadığım yaştaydı.
--Dede niçin
ağladın.Sen ağlayınca herkes ağladı, dedi.
--Benim de
bir zamanlar bir dedem vardı ona ağladım kızım, dedim..
Kendi
halimize ağladığımı anlatamadım..
24 Kasım 2013 Pazar
ÖĞRETMENİM ben;
ÖĞRETMENİM ben;
*haftada 2.5 gün çalışırım
*yılda 3 ay tatil yaparım
*lüks mağazalardan marka giyerim
*yılda en az 2 kere tatile giderim
*ayda bir ayakkabı alırım
*yılda bir arabamı değiştiririm
*rüşveti severim
*sülaleyi geçindirecek maaş alırım
*devletin malı falan demem her türlü imkanını sonuna kadar kullanırım bende olsa bile
*yaratıcı ve üretken değilim,fazladan iş yapmayı hiç sevmem
*çocukları sevmem
*velilerden hiç hazzetmem
*öğrencilerimi döverim,aklıma eserse söverim
*hem okulda açtığım kursa hem evime gelip kurs alan öğrencilerime fazla not veririm
*teneffüslerde öğrenciyle,evde arayan velilerle ilgilenmem
*hastalandıklarında ailelerini cep telefonumla aramam,okulunkini tercih ederim
*öğrencinin başını okşamam,bana dokunmasına izin vermem,bana yazdıkları küçük notları,mektupları,resimleri hemen yırtar atarım saklamam.
*öğrencinin konuyu anlayıp anlamamasını umursamam,sorarsa dinleseydin derim
*malzemesi,olmayan öğrencinin notunu kırar ve asla kendiminkiler den vermem
*ayakkabısı delik olanla dalga geçerim hele ona ayakkabı almak mı!cık cık
*kavga edenleri ayırmam
*şikayet edenleri dinlemem
*ailesiyle sorunları olanları dinlemem,bana ne derim
*ağlayanları susturmam
*harçlığını kaybetmiş,unutmuş okulda aç kalmış öğrenciye asla para ya da yiyecek almam
*eğer pahalı değilse bana getirdikleri hediyeler çöpe atar kızarım
*okulda düşüp yaralandıklarında ilgilenmem,bana ne anası babası yok mu gelsin baksınlar derim
*öğretmenler odasında öğrencilerle ilgili öğrendiğim gizli bilgileri herkese anlatırım
*not verirken cimriyimdir çünkü 100 benim hakkımdır
*kitap okumam birde ona para mı vereceğim?öğrencileri de teşfik etmem hele kendi kitaplığımdan onlara asla kitap vermem
*yenilikleri takip etmem ,zaten 4 yıl okumuşum daha ne yapacağım?
*yazılıları evde okurum,notları okulda veririm,eve asla iş götürmem
özel zamanlarımı asla öğretmenlikle ilgili konulara harcamam
*yazılı kağıtlarına,sınav işlemlerine yada başka harcamalara asla para harcamam,bana ne versin veliler
*öğrenci davranış sorunları vb ile ilgili ne düşünür ne de kafa yorarım
*bencilim ben kendimden başka kimseyi düşünmem...
*öğretmenim ben ama mecbur kaldığım için oldum.yapacak en kolay iş olduğu için.özelliklere bayanlara en uygun meslek dedikleri için.zaten su işlerinden mezun olunca başka yapacak iş bulamamıştım:))
ÖĞRETMENİM ben .bana vurduğunuz tüm yaftalara,eleştirilere,iftira ve küçümsemelere rağmen gururla söylüyorum bunu.
alanay ( D.ÜNALIR)
Türk Öğretmenine
Bazen ölüler yurdu korur,bazı da sağlar;
Göz nuru karışmazsa şahadet kanı ağlar,
Göz nuru karışmazsa şahadet kanı ağlar,
Yoksulluğun ufkunda erirken bile mağrur,
Sensin o hazin nûr,O derin Nûr,O büyük nûr,
Sensin o hazin nûr,O derin Nûr,O büyük nûr,
Hoşnutsun ,eğilmiş okuyorsun ,yazıyorsun;
Ey terli alın,ey Güneşin öptüğü insan.
Ey terli alın,ey Güneşin öptüğü insan.
Şöhret aramaz,şân aramaz,nâm aramazsın;
Cemiyetin omzunda da yokmuş kadar azsın;
Cemiyetin omzunda da yokmuş kadar azsın;
İlmin sesi haykırmaz:İlim şarlatan olmaz.
Sessiz de seven yoksa vatanlar vatan olmaz.
Sessiz de seven yoksa vatanlar vatan olmaz.
Sen yurdunu,haykırmayarak gizli seversin,
Kalmışsa eğer,ömrümü Tanrı’m sana versin
Kalmışsa eğer,ömrümü Tanrı’m sana versin
MİTHAT CEMAL KUNTAY
23 Kasım 2013 Cumartesi
Sen uyursan, ben ölürüm öğretmenim!
Annemin
babamın biricik evladı iken, okul sıralarında seninle tanıştım öğretmenim. Beni
sana teslim ettiler. Okumayı – yazmayı bana sen öğreteceksin öğretmenim.
Toplamayı çıkarmayı da senden öğreneceğim. Bana hayatı da anlatacaksın
öğretmenim.
Sadece beni de değil, annemi babamı da eğitmelisin öğretmenim. Bu memleketin geleceği için neler yapmam gerektiğini de bana öğretmelisin. Beni, annemi, babamı uyandır öğretmenim.
Babam uyuyor öğretmenim!
İş ve ev arasında geçen zamanı dışında, evde saatlerce Televizyon izlemekten başka bir şey yapmıyor benim babam. Benim okul kıyafetlerimi, kırtasiye malzemelerini aldığı için, tüm sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüyor. Elimden tutup parka götürmeyen, ödevlerimi yaparken saçlarımı okşamayan, her akşam saatlerce televizyon izleyen babama, yaptığı hataları anlatmak zorundasın öğretmenim.
Beni hayata hazırladığın gibi, Babamı da uyandır!
Annem uyuyor öğretmenim!
Beni dünyaya getiren, benim için geceleri uykusuz kalan, saçını benim yolumda süpürge yaptığını söyleyen annemin, bana olan sevgisinden şüphem yok. Ancak her sabah saatlerce evlendirme programları izleyen, yemek programı ve diziler dışında hayatında fazla bir yeri yok annemin. Bizim kıyafetlerimizi hazırlamayı, bize sofra kurmayı, okula bırakıp akşam almayı yeterli bir annelik sanıyor.
Beni bilinçlendirdiğin gibi, Annemi de uyandır.
Medyayı yola getirelim öğretmenim.
Her türlü ahlaksızlığı anlatan dizileri yayınlamaktan çekinmiyor medya. Kendilerine daha çok izleyici bulmak adına yaptıkları / yapacakları ahlaksızlıkların sınırı nerdeyse kalmamış. Medya patronları para uğruna bizi de harcıyorlar. Bize izlettikleri dizi ve filmlerle ahlakımızı bozduklarını, şiddete heveslendirdiklerini bilmediklerini sanmıyorum. Onlar için, daha çok para kazanmak, bizim geleceğimizden daha önemli.
Bize, ailemize ve bu topluma zarar veren dizi ve filmlerin zararları ve bu zararların önlenmesi için bir şeyler yapalım öğretmenim. Cumhurbaşkanına, Başbakana, Milli Eğitim Bakanına bütün sınıf arkadaşlarımızla birlikte mektuplar yazalım öğretmenim.
Bize onları da uyandırmayı öğret!
Ben bugün küçük bir çocuk olabilirim. Ancak birkaç yıl sonra bir genç olacağım öğretmenim. Gençliğimin enerjisini kötü yollarda harcamamayı bana öğret öğretmenim.
Bana tarihimizi anlat. Bana Çanakkale şehitlerini anlat öğretmenim. Sen bana, metrekareye 6000 (altı bin) mermi düşerken, tekbir sesleriyle düşman üzerine yürüyen Çanakkale şehitlerinin kalbindeki imanı anlatıp sevdirmesen, medya bizi sihirli dizilerle uyutuyor öğretmenim.
Sen bize kültürümüzü öğretip sevdirmesen, medyanın etkisiyle batı hayranı oluyoruz öğretmenim.
Sen bize çalışkan olmanın erdemini öğretmesen, medya yüzünden biz, topçu yada popçu olma hayalini aşılıyor.
Sen bize arı gibi çalışkan olmayı öğretmesen, batının etkisinden kendini kurtaramayan medya, bize sinek gibi hazıra konmayı aşılıyor öğretmenim.
Derler ki, bir çocukta eşkıya olma potansiyeli de vardır, evliya olma potansiyeli de. Annesi, babası, öğretmeni ve çevresi çocuğa sahip çıkarsa, o çocuktan evliya gibi sevilen ve çevresine faydası dokunan bir insan yetişebilir.
Genç yaşta katil, cani, hırsız olan, kötü yollara düşen gençlerin elinden anneleri tutmamış, babaları ilgilenmemiş. Cahil anne, ilgisiz baba yanında büyüyen gençlerin, elinden öğretmenleri de tutmazsa, yanlış yola sapmaları kaçınılmaz oluyor.
Sen beni de, annemi de, babamı da uyar / uyandır öğretmenim.
Sınırda nöbet tutan asker uyursa ölür, ancak sen uyursan sınırda nöbet tutacak asker kalmaz öğretmenim. Sınıfta nöbet tutmak sınırda nöbet tutmak kadar kutsaldır öğretmenim.
Herkes uyusa da, sen uyuma öğretmenim.
Sen uyursan ben ölürüm öğretmenim.
Sait ÇAMLICA
Eğitimci – Yazar
Sadece beni de değil, annemi babamı da eğitmelisin öğretmenim. Bu memleketin geleceği için neler yapmam gerektiğini de bana öğretmelisin. Beni, annemi, babamı uyandır öğretmenim.
Babam uyuyor öğretmenim!
İş ve ev arasında geçen zamanı dışında, evde saatlerce Televizyon izlemekten başka bir şey yapmıyor benim babam. Benim okul kıyafetlerimi, kırtasiye malzemelerini aldığı için, tüm sorumluluğunu yerine getirdiğini düşünüyor. Elimden tutup parka götürmeyen, ödevlerimi yaparken saçlarımı okşamayan, her akşam saatlerce televizyon izleyen babama, yaptığı hataları anlatmak zorundasın öğretmenim.
Beni hayata hazırladığın gibi, Babamı da uyandır!
Annem uyuyor öğretmenim!
Beni dünyaya getiren, benim için geceleri uykusuz kalan, saçını benim yolumda süpürge yaptığını söyleyen annemin, bana olan sevgisinden şüphem yok. Ancak her sabah saatlerce evlendirme programları izleyen, yemek programı ve diziler dışında hayatında fazla bir yeri yok annemin. Bizim kıyafetlerimizi hazırlamayı, bize sofra kurmayı, okula bırakıp akşam almayı yeterli bir annelik sanıyor.
Beni bilinçlendirdiğin gibi, Annemi de uyandır.
Medyayı yola getirelim öğretmenim.
Her türlü ahlaksızlığı anlatan dizileri yayınlamaktan çekinmiyor medya. Kendilerine daha çok izleyici bulmak adına yaptıkları / yapacakları ahlaksızlıkların sınırı nerdeyse kalmamış. Medya patronları para uğruna bizi de harcıyorlar. Bize izlettikleri dizi ve filmlerle ahlakımızı bozduklarını, şiddete heveslendirdiklerini bilmediklerini sanmıyorum. Onlar için, daha çok para kazanmak, bizim geleceğimizden daha önemli.
Bize, ailemize ve bu topluma zarar veren dizi ve filmlerin zararları ve bu zararların önlenmesi için bir şeyler yapalım öğretmenim. Cumhurbaşkanına, Başbakana, Milli Eğitim Bakanına bütün sınıf arkadaşlarımızla birlikte mektuplar yazalım öğretmenim.
Bize onları da uyandırmayı öğret!
Ben bugün küçük bir çocuk olabilirim. Ancak birkaç yıl sonra bir genç olacağım öğretmenim. Gençliğimin enerjisini kötü yollarda harcamamayı bana öğret öğretmenim.
Bana tarihimizi anlat. Bana Çanakkale şehitlerini anlat öğretmenim. Sen bana, metrekareye 6000 (altı bin) mermi düşerken, tekbir sesleriyle düşman üzerine yürüyen Çanakkale şehitlerinin kalbindeki imanı anlatıp sevdirmesen, medya bizi sihirli dizilerle uyutuyor öğretmenim.
Sen bize kültürümüzü öğretip sevdirmesen, medyanın etkisiyle batı hayranı oluyoruz öğretmenim.
Sen bize çalışkan olmanın erdemini öğretmesen, medya yüzünden biz, topçu yada popçu olma hayalini aşılıyor.
Sen bize arı gibi çalışkan olmayı öğretmesen, batının etkisinden kendini kurtaramayan medya, bize sinek gibi hazıra konmayı aşılıyor öğretmenim.
Derler ki, bir çocukta eşkıya olma potansiyeli de vardır, evliya olma potansiyeli de. Annesi, babası, öğretmeni ve çevresi çocuğa sahip çıkarsa, o çocuktan evliya gibi sevilen ve çevresine faydası dokunan bir insan yetişebilir.
Genç yaşta katil, cani, hırsız olan, kötü yollara düşen gençlerin elinden anneleri tutmamış, babaları ilgilenmemiş. Cahil anne, ilgisiz baba yanında büyüyen gençlerin, elinden öğretmenleri de tutmazsa, yanlış yola sapmaları kaçınılmaz oluyor.
Sen beni de, annemi de, babamı da uyar / uyandır öğretmenim.
Sınırda nöbet tutan asker uyursa ölür, ancak sen uyursan sınırda nöbet tutacak asker kalmaz öğretmenim. Sınıfta nöbet tutmak sınırda nöbet tutmak kadar kutsaldır öğretmenim.
Herkes uyusa da, sen uyuma öğretmenim.
Sen uyursan ben ölürüm öğretmenim.
Sait ÇAMLICA
Eğitimci – Yazar
21 Kasım 2013 Perşembe
Bu da Geçer Ya Hû!
Dervişin biri,uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır.Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek,yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını,evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.
Derviş yola
koyulur,birkaç köylüye daha rastlar.Onların anlattıklarından Şakirin bölgenin
en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise
Haddad adında başka bir çiftlik sahibidir.
Derviş
Şakir’in çiftliğine varır.Çok iyi karşılanır,iyi misafir edilir,yer içer,
dinlenir.Şakir de aileside hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…
Yola koyulma
zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükr
et.”der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz.
Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”
Derviş
Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür.Bir
kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer.Şakir’i hatırlar,bir
uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir den
söz eder. “Haa o Şakir’mi” der köylüler, “O iyice fakirledi,şimdi Haddad’ın
yanında çalışıyor.”
Derviş hemen
Haddad’ın çiftliğine gider,Şakir’i bulur.Eski dostu yaşlanmıştır,üzerinde eski
püskü giysiler vardır.Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef
olmuş,evi yıkılmıştır.Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak
selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında
çalışmak kalmıştır.Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.
Şakir bu kez
Derviş’i son derece mutevazi olan evinde misafir eder.Kıt kanaat yemeğini
onunla paylaşır…Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar
üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: Üzülme…Unutma,buda
geçer…”
Derviş
gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer.Şaşkınlık içinde
olup biteni öğrenir.Haddad birkaç yıl önce ölmüş,ailesi olmadığı içinde bütün
varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır.Şakir
Haddad’ın konağında oturmaktadır,kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine
yörenin en zengin insanıdır.
Derviş eski
dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu
da geçer…”
Bir zaman
sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in
mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”
Derviş,
“ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını
ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır nede mezar.Büyük bir
sel gelmiş,tepeyi önüne katmış,Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…
O aralar
ülkenin sultanı,kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir
yüzük ki ,mutsuz olduğunda umudunu tazelesin,mutlu olduğunda ise kendisini
mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın…Hiç kimse Sultanı
tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz.Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup
yardım isterler.Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp
verir.Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur.Sultan önce bir şey anlamaz;
çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır,
biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer”yazmaktadır.
‘Buda geçer
Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin küsür sene önceye , Bizans dönemine uzanır.
Bizanslılar fena bir işe uğradıkları zaman ‘Buda geçer’ manasına gelen ‘k’afto
ta perasi’ demektedirler. İbare Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer;
ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur. Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip
‘bu da geçer’ yapılır. Derken tekkelerde ve dergâhlardada benimsenir ve sonuna
‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘BU DA GEÇER YA HÛ’ haline
gelir…
Hayat inişli
çıkışlıdır.Her zaman bulunduğumuz durumun gelip geçici olabileceği aklımızdan
çıkmamalıdır.
20 Kasım 2013 Çarşamba
Gerçek Bir Hikaye :Sir Winston Churchill ve Sir Alexander Fleming
İskoçya’da yoksul mu yoksul bir çift yaşardı. Flemingdi adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı . ve acılı bir ölümden kurtardı.
Ertesi gün Flemingin evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.
\Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum\ dedi. Yoksul ve onurlu Fleming ;
\Kabul edemem!\ diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.
\Bu senin oğlun mu?\ diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla \Evet!\ dedi. Aristokrat devam etti ;
\Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.\
Bu konuşmalar sonunda Flemingin oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Flemingin oğlu Londradaki St. Marys Hospital Tıp Fakültesi den mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu.
Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu ne . mi kurtardı?
Penisilin!
Aristokratın adı : Lord Randolp Churchill di...
Oğlunun adi ise : Sir Winston Churchill.
Paraya gereksiniminiz yokmuş gibi çalışın.
Hiç acı çekmemiş gibi sevin.
Hiçbir şey beklemeden verin.
Karşılığını mutlaka bir gün alırsınız...
17 Kasım 2013 Pazar
DOLUNAY
internetle ilk tanıştığım yıllarda okumuştum bu hikayeyi :) adımı taşıyan bir hikaye olması çok keyif vermişti bana...
DOLUNAY
-Sevginin Ayışığı-
DOLUNAY
-Sevginin Ayışığı-
Çoook çok eskiden, yeşil bir vadinin içinde
bir ırmak kıyısında kurulu bir köy varmış,
taa dünyanın öbür ucunda.
Çok eski dedik ya,
o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş,
yağmur yağmadıkça.
Geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlar olmadıkça.
Köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış,
hayvanlar avlarlarmış, uçsuz bucaksız arazilerinden.
Sularını, kaynağı çok uzakta olan köylerinin içinden geçen,
ırmaktan alırlarmış.
Köyde herkes birbirini sever, sayarmış.
Köyde bir tek kişinin kalbinde öyle büyük bir sevgi
varmış ki, bütün köyünküne bedelmiş.
Dolun'un İntera'ya olan aşkıymış bu.
Kız, Dolun'u bilirmiş de tanımazmış yakından.
Dolun dayanamamış, bir gün gitmiş kızın yanına,
sormuş İntera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini.
İntera demiş ki Dolun'a: "Evlenirim evlenmeye ama
benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden
aynı şeyi ister benim babam. Ancak babamın
bu isteğini yerine getiren benimle evlenir."
Dolun şaşırmış. "Sensin benim kalbimin sahibi."
diyerek başlamış sözüne "Senin dileğin benim için bir
emirdir, söyle isteğini hemen yapayım." demiş aşkına.
İntera demiş ki; "Bir çiçek vardır;
yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan,
onu ister babam, benle evlenmek isteyenden".
Dolun, "Bekle beni" demiş İntera'ya,"Hemen
gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?"
İntera parmağıyla göstermiş akan ırmağı;
"işte bu ırmağın kaynağındadır der babam,
kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için
ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü
oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş
çünkü, buralardan çok daha güzelmiş oralar."
Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki,
bu dünyada?" demiş İntera'ya "Döneceğim o çiçekle,
döneceğim çünkü; seviyorum seni çünkü; sensiz
anlamı olmaz benim için o güzelliğin."
Dolun çıkmış yola sonra.
Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep
ne kadar sevdiğini düşünmüş İntera'yı yol boyunca.
Aklındaki İntera'ymış, tek amacı ise; o çiçek.
Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden,
yüzünü yıkamış ırmaktan,
anlamış çok yaklaştığını kaynağına
ırmağın suyunun serinliğinden.
Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış
kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış
kaynakta, gölün ortasında bir adacık,
adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş.
Anlamış İntera'nın anlattığı çiçek olduğunu, güzelliğinden.
Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen.
Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun'un.
Adam Dolun'a; "Her gülün bir dikeni, koruyucusu
olduğu gibi, bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer
almaya geldiysen; ben Salut, izin vermem buna" demiş.
Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla
"Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım."
demiş. "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez."
"O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut...
"Sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım
eğer, hâlâ ikna olmazsan o zaman izin veririm
almana." Dolun ikna olmuş ve çökmüş
yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye...
"Eğer, bir şeyi çok fazla istersen
ve engelin yoksa önünde onu alırsın.
Hayat da böyledir, insan engelleri aşarsa
yaşamına devam edebilir. Bu çiçek de
sadece yaşam için bir şeyler yapacaksan
engelleri kaldırır önünden çünkü; onun da bir görevi
var. Bu çiçek, sadece 28 gecede bir açar
yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle,
bu sayede buradaki sular yükselir ve
ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde
yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar."
demiş Salut. Dolun başlamış düşünmeye
eğer, çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine
ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında.
Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun.
Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun, çiçeğin.
Yanında İntera vardır ama niye mutsuzdur ikisi de.
Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun.
Zaman geçtikçe Dolun'un düşünceleri
yoğunlaşır kafasında. Mutsuzluğunu düşünür,
çiçeksiz, İntera'sız bir yaşam düşünür.
Koparamaz çiçeği günlerce Dolun,
artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece
aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları.
Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken göle
bir tomurcuk da Dolun'un
sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş,
aniden Dolun kalbindeki aşkının
büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönmüş,
taş o kadar büyükmüş ki, dünyaya sığmamış,
gökyüzüne yükselmiş ve Dünya ile dönmeye başlamış.
Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya.
O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş
Dolun kalbinin tüm yüzünü,
aşkının bütün parıltısını diğerlerine.
Sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı
aynı çiçek gibi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)