Annemi niçin dövdünüz. O çok sevdiği
oyununu niçin aldınız elinden. Çeyizi yokken çocuk yaptırdınız, sevinci bolken
kederi aşıladınız. Hüzün, annemin yüzünde her renge girerdi ama hüznü bile ona
çok gördünüz. Karnında ben, gecenin en tenha vaktinde bir tarlanın ortasında
yapayalnız bıraktınız.
Saçları uzun, simsiyah, gözleri aynı
gözlerim gibi, ilk bakışta kirpikleri yüreğe değen türden, gülüşü gamzeli, ince
belli, ak boynuyla annem, kırk ikisine yeni girdi ve ruhu hâlâ onu ilk
tanıdığım günkü gibi tüter. Bazen farkında olmuyorum hayatımdaki tek iyilik
simgesinin annem oluşunun. İyiliği aşkta, dostlukta, aşka ve dostluğa haklı
olarak inanmayan insanlarda ararım. Nasıl anneme acı çektirdiysem onun karnındayken,
seviştiğim kızlar da beni terk ettiğinde aynı acıyı duyarım… Terk ederken de
annemden öç alır gibi terk ediyorum. Sevişmek yalan söylemenin en gerçekçi
halidir. Ben bunu hep yalnız kaldığım zaman bildim ve ilk işim anneme gidip
günahlarımdan arınmak oldu. Nasıl mı arınırım günahlarımdan. Onunla dertleşir,
çocukluğunu dinlerim. Onu hiç yürekten selamlayacak bir sevgilisi olmadığını,
yakar top oynamanın en güzel çağında esrar içen bir adama kanıp acıya gelin
gittiğini, bilmediği dört duvar arasında generalleri tarafından sürekli utanç
cezasına çarptırıldığını ve daha bir sürü şey… O hep utanarak açtı solgun
perdelerini. O gün bugündür sahnede ışıklar yanıp alkışlar yükseldiği zaman,
perdeyi açan annemi görürüm. İçimden, çocukluğumun bir tiyatro bahçesi olsaydı,
mutlak bir gül de annem açardı derim… Açlığı ilk onun gülüşünde bastırdım ben.
Şimdi karnım tok ama annem gülmüyor.
Annemi niçin dövdünüz. O size hiçbir şey
yapmamıştı ki. Çünkü bir şey bilmiyordu yalnızlıktan başka. Felsefe bilmiyordu
meselâ. Bilseydi kapı üzerine kilitleyip ışığı olmayan bir odada
bırakamazdınız. Çünkü bilirdiniz, o mutlaka ışığa kavuşur ve sizin onu
topraksız bırakmaya cesaretiniz bile olmazdı. Şimdi toprağı geniş ve bu yüzden
nereye giderseniz gidin, asla yalnız kalmayacak. Annem hâlâ ciğerden gülüyor
siz ona eksik bakarken. Hâlâ on yedi yaşında bir gelin gibi bakıyorsunuz
yüzüne. Sanki o rutubet betonlarda siz beklediniz sabahı. Sanki siz taşıdınız
sırtınızda ağabeyimi, ki ben onun karnındayken üstelik. Sanki sizdiniz çorapsız,
kar altında, avluda, gözü yaşlı. Sanki sizin tahta merdiveninizdi sökülüp
götürülen. Sanki siz dayak yiyordunuz kocanızdan suyu az olmuş diye fasulyenin.
Benim annem cumartesi kadını olamadı. Oğulları cezaevlerinde öldürülmüş
analarla el ele tutuşamadı. Onların çığlığına dar gelirdi sesi ama o hep iki
oda bir salona ömür eyledi kadınlığını. En mahrem yerlerimden severdi beni. Bir
keresinde babama aşıktı, boynunu öptü. Ne çok güldüm. Sanki ilk defa aşk
mutluluğunu yaşıyormuş gibi bir gülüşünü gördüm. “Ne acı,” diye düşündüm sonra.
Eve yıllardır ekmek ve tuz getiren bir baba sonunda aşık edebilmiş onu
kendisine, ne acı. İsterdim azıcıkta şeker getirsin anneme.
Annemi çok dövdünüz. O ölmedi diğer odada
oturuyor. Televizyonda ne kadar dizi varsa hepsini hayretle izliyor. Seviyor ve
bu yüzden hayretle sevdiği bir şeyi izliyor. Eskiden öylece bakardı gönlü gibi
yaslı televizyona. Sadece siyahtı bizim televizyon. Ne zaman ki eskiciye
verdik, o zaman pek bir anlamı kalmadı. Her çeşit renge bürünüyor şimdiki televizyonumuz.
Şiddet içeren ilk programa oturma
odasında rastladım ben. O gece sadece yıldızlarla komşuydu annem. Fahriye
ablası evini taşıyıp gittiğinde üç gün üç gece kendisiyle bile konuşmadı. Bir
gün bütün bu olup bitenlerin sabah akşam televizyon kanallarında konuşulacağını
tahmin ediyordum. Çünkü çok renkliydi televizyonumuz ve annemde de her çeşit
acı vardı. Geldiniz, en güzel şarkıları dinletti size o. Sesi güzeldi ama hiç
türkü söyletmediniz. O size hep güzel yemekler yapma gayretindeydi.Hünerli
olduğu için kıskandınız onu.Kıskandıkça daha iyilerini istediniz. İyiliğin
simgesiydi ya o, unuttunuz zamanında sahip çıkmadığınız günleri- ki unutmak en
feci kusuru insanın ayrılık hayatında- Ondan merhamet beklediniz bu sefer. O
bizi sefil hüzünlerle büyütüp olgunluğa eriştirdi, siz ise giderek yaşlandınız.
Yaşlanmak ayıp bir şey değildi ki niçin korktunuz başka yalnızlıklardan. Hep
annemin yalnızlığına tutundunuz. O yalnızlığını çocuklarıyla paylaştı ama siz
çoktandır bir ölüyle. O, deliliği yürekten selâmlamak bildi,siz, acımak.Hep
acıtarak büyüttünüz yalnızlıklarınızı.
Tabutun içi delik diye sürekli kontrol
ettiniz annemin sizi ne kadar sevip sevmediğini. Şimdi üşüyorsunuz değil mi o
tabutun içinde. Çıkın öyleyse, çıkın ve unutun artık ölümünüzü. Erdemli olmak
insan olduğunuzu mu hatırlatıyor size. Yanılıyorsunuz. Erdem, o kutsal kitabı
okumak demek değildir sadece. Bir ülkeyi kan altında bırakacak, hatta ülke
çocuklarını salgın hastalıklara boğacak bir tek sözün kâinatı da olabiliyorsa
şayet, hiçbir gezegenin merhem olmadığı bu dünyada onulmaz erdem. Ve şayet
şeytan tüyünü meleğe, melekte kanadını şeytana banıyorsa, yakacak bir kibrit
çöpü bile yoktur yarına annemin gülüşünden başka.
Söz annemin en derin susuşudur. Erdemse
ovuşturduğu ruhumda gezer. Hayallerimin yazma çağıdır annem. Beni her işe
uğurlayışında üzerimdeki kıyafetleri düzeltir. Ele güne rezil olup da kendisine
kötü bir lâf gelmesin diye. Çünkü o yaptı beni. Ben annemin yeteneklerinden
yapılmış kocaman bir yalnızlığım. Bazen bir şeye kafam bozuldu mu, ilk ona
sitem ederim. Beni niye yaptın anne. Biliyorum yeterince mutlu olamamaktı tek
sebebin. Yoksa hayatının ıslak bir güzergâhına güneşli bir yol oluruz diye mi. Çay
doldurma bana bu akşam. Çocukluğumu seyrettir gözlerinde yeter. Seni niçin
dövdüler anne. Kabahatli ben miyim yoksa sen mi?.. Dilenci kadınlara çok kızdım
bu sabah. Senin emeğini sömürüyorlardı elbet… Nedense yine üzüldüm onlara.
Kızmamız gereken onca insan dururken… Unutma, bizlere bıraktığın en dürüst
eşyadır fotoğraflar.
Anne, sen ki yakılmış birer pozsun
generallerin tozlu ayaklarında. Ama üzülme, seni seven bir oğlun var. Bundan
böyle gülüşün, tabedilmiş bir fotoğraftan olacak hayata…
TANER CİNDORUK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder