Birkaç hafta
önce sordum bir heykeltıraşa: “Sizi ne incitir? Kurşun işleyen yeri sormak gibi
bu biliyorum ama...” dedim aslında yanıtını bilerek. Gülümsedi, düşündü kısa
bir an... Sonra “Emeğimin samimiyetinin sorgulanması olabilir” dedi.
Yaşamak ne büyük bir emek. Sadece kendin için değil, bir başkası, başkaları; kalabalıklar içinde, onlar için de...
Ya çile ya sevinçle rengini belli ediyor kendini her yeni gün. Ah o ne yontmaktır aslında değil mi? Bir taşı çatlatmadan, kırmadan oymaya benziyor yaşamayı öğrenmek. Sonra süre doluyor ve kendi ömrünün taş işçisi paydos ediyor...
Ben her tanık olduğum paydosun ardından biraz daha içime dönüyor, havalanıp duran kuşlara bakıyorum...
Nasıl hep birden kanat çırpıp birer birer göçüyorlar...
O zaman sessizce veda vakti diyorum. Bir şiir tutuyorum gidene...
Yaşamak ne büyük bir emek. Sadece kendin için değil, bir başkası, başkaları; kalabalıklar içinde, onlar için de...
Ya çile ya sevinçle rengini belli ediyor kendini her yeni gün. Ah o ne yontmaktır aslında değil mi? Bir taşı çatlatmadan, kırmadan oymaya benziyor yaşamayı öğrenmek. Sonra süre doluyor ve kendi ömrünün taş işçisi paydos ediyor...
Ben her tanık olduğum paydosun ardından biraz daha içime dönüyor, havalanıp duran kuşlara bakıyorum...
Nasıl hep birden kanat çırpıp birer birer göçüyorlar...
O zaman sessizce veda vakti diyorum. Bir şiir tutuyorum gidene...
***
Sonra aklıma geliyor. Şiire inanmayanlar akıllı buluyor kendisini. Onlar zaten aynı fikirde olmadıkları birisinin ölümü hak ettiğini düşünebilecek kimseler... “Öyle düşünüyordu o yüzden iyi oldu öldüğü, ölsün hem, ona benzeyenler de ölsün” diyebiliyorlar...
Şiirle “şakalaşmayı” marifet sayanların çoğalması da acıklı bir şakası işte zamanın. İpini tutan bir çocuğun bir olmadığı ve nerede gözden kaybolacağını bilemediğimiz bir balon kadar hüzünlü geliyor bana şiirle ve şairle ve ölümle böylesine günahkâr “şakalaşabilen” kişi...
Sanki hiç ölmeyecekmiş; sanki hiç film izlememiş, bir şarkı ezberlememiş; sanki hiç korkmamış, sanki hiç efkârlanmamış bir şeyden gibi... Hayretle bakıyorum gidenin ve şiirin ardından zalimleşenlerin yüzüne. Daha mı dünyaya ait biri kılıyor onları bu hâlleri? Kim bunlar peki? Ben kimim? Ölenler kim? Gidenler gitmesin diye kavga edenler kim? Herkes sussun diye bağıran ve susturan kim peki?
***
Diyor ki Edip Cansever:
“Her yere yetişir /Hiçbir şeye geç kalınmaz
Çocuğum beni bağışla /Ahmet Abi sen de bağışla.
Boynu bükük duruyorsam eğer /içimden böyle geldiği için değil
Ama hiç değil /Ah güzel Ahmet Abim benim
insan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa /Toprağını iten çiçeğe. (...)”
Şiir yerini buluyor işte. Bazen insanın en susmak istediği vakitte geliyor ve daha önce söylenmişliğinin tüm bilgeliğiyle, üflüyor aklına... Fısıldıyor kulağına... Edip Cansever, gökyüzüne dayalı bir sandalyede otururmuşcasına okuyor.. Okuyor işte bakın:
“(...) Ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer
Sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır /Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek / Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi. (...)”
Diyor ki Edip Cansever:
“Her yere yetişir /Hiçbir şeye geç kalınmaz
Çocuğum beni bağışla /Ahmet Abi sen de bağışla.
Boynu bükük duruyorsam eğer /içimden böyle geldiği için değil
Ama hiç değil /Ah güzel Ahmet Abim benim
insan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa /Toprağını iten çiçeğe. (...)”
Şiir yerini buluyor işte. Bazen insanın en susmak istediği vakitte geliyor ve daha önce söylenmişliğinin tüm bilgeliğiyle, üflüyor aklına... Fısıldıyor kulağına... Edip Cansever, gökyüzüne dayalı bir sandalyede otururmuşcasına okuyor.. Okuyor işte bakın:
“(...) Ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer
Sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır /Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek / Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi. (...)”
***
Sahi ne kadar benziyoruz biz artık Türkiye’ye Edip abi? İnsan yaşadığı yere benziyorsa eğer... Kimiz biz? Neden kopmaktayız giderek? Bunca kalabalık, dirsek dirseğe, nefes nefese bir aradayken. Hayır, benzemiyoruz artık birbirimize. Ben benzemek istemiyorum artık. Uzun güzel şiirinin bütününe bile yerim yok, çünkü bu kadar, bu kadarcık hepi topu bütün bahçem...
***
“(...) Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim /Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de / Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk /O kadar kısa / işte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.”
“(...) Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim /Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de / Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk /O kadar kısa / işte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.”
***
Şimdi cenazeler, şimdi yeni sorular, şimdi yeni ayrışmalar, gözaltıları, bilenmiş öfkeler...
Samimiyetinden sual edilecek yeni emeklere, yeni hayatlara doğru çevrilen başlar... Sanki kimse ölmeyecekmiş gibi, sanki kimse bir köpekten korkmamış, bir dudağı öpmemiş, bir gidenin ardından bakmamış gibi... Yok, ben tanımıyorum savaşmayı ve küfrü bu kadar seveni... Yaşadığımız yer aynı değil demek ki. Belki de bu yüzden hiç bitmiyor mendilim(iz)de kan sesleri...
Ah be Edip Abi...
İclal Aydın