31 Mayıs 2014 Cumartesi

mucize

    

Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Georgi'nin yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. 
    Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally.-"Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti.
     Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı    çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu.
Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally' nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi  beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti:
     "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak "Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi. Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. 
     Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu. "Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: 
     "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ve ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. "Bir dolar ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam.
     Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve  George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.  Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep  birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. 
     Anne "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça mal olduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent 
resim kaynak

28 Mayıs 2014 Çarşamba

SARI ÖKÜZÜ VERDİĞİMİZ GÜN KAYBETTİK


Sarı Öküzün Öyküsü
Eski zamanların birinde bir otlakta öküz sürüsü yaşarmış. Yaşarmış yaşamalarına ama civardaki aslanlar bir türlü rahat bırakmazmış onları.Hemen her gün saldırırlarmış bu sürüye. Öküz dediğin öyle yabana atılır bir hayvan değil ki, bir araya toplandılar mı kolayca defetmesini bilirlermiş o koca aslanları. Gerçi bir iki sıyrık alırlarmış ama.. yine de boyun eğmezlermiş aslanların zorbalığına.Gün geçtikçe aslanları almış bir kaygı. Ancak tavşan, fare gibi küçük hayvancıklarla beslenir olmuşlar. Git gide güçten düşmüşler. Eee, aslan bu, hiç fareyle doyar mı.
- 'Her halde bize bu otlağı terk etmek düşüyor' demiş aslanlardan birisi.
- 'Evet' diye tasdik etmiş diğerleri.
Nereye gideriz diye düşünürlerken 'bir dakika' diye bir ses duymuşlar gerilerden. Herkes dönüp bakmış sesin geldiği tarafa.Sürünün en çelimsiz, ama kurnaz mı kurnaz bir ferdi olan Topal Aslan'mış söze atılan.

- 'Hayır' demiş, 'hiç bir yere gitmiyoruz. Siz bana bırakın, ben hallederim bu işi.'
İnanmamış kimse ona ama haydi bir şans verelim ne çıkar diye düşünmüşler.O da almış yanına bir iki aslan gitmiş öküzlerin yanına.Beyaz bayrak çekmeyi de unutmamış. Öküzlerin lideri olan Boz Öküz başta olmak üzere beş iri kıyım öküz yaklaşmış onlara. Sormuşlar ne istediklerini.Topal aslan başlamış konuşmaya. Bir yandan da Boz Öküz'ün sivri ve kocaman boynuzlarına bakıp ürperiyormuş.
- 'Saygıdeğer öküz efendiler' diye başlamış lafa. 'Bugün buraya sizden özür dilemek için geldik. Biliyorum sizleri çok defa incittik, kimbilir kaçınızda şu pençemin izi vardır. Ama inanınız bunların hiç birini isteyerek yapmadık.Biliniz ki biz aslanlar barışçı bir milletiz. Hele öküzlerle hiç bir alıp vermediğimiz olamaz. Ancak evet size defalarca saldırdık, ama niye biliyor musunuz? Hep o sizin aranızdaki Sarı Öküz yüzünden. Onun rengi öyle sizinkiler gibi değil ki. Gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Onu gördük mü ne kadar
barışsever olduğumuzu unutup size saldırıyoruz, ve sürünüze zarar veriyoruz. Yoksa bizim sizinle hiç bir alıp veremediğimiz yok. Onun yüzünden hepiniz zarar görüyorsunuz. Bir türlü hayatınızdan emin rahat rahat otlayamıyorsunuz, belki geceleri bile bizim kükrememiz sizin uykunuzu kaçırıyor. Bunların hepsi Sarı Öküz'ün suçu. Verin onu bize, siz kurtulun, biz de barış içinde yaşayalım' demiş.Boz Öküz, diğer önde gelenlerle görüşmek üzere geri çekilmiş. Hepsi de sıcak bakmışlar bu teklife. Bir tek yaşlı Benekli Öküz olmaz demiş ama kimseye dinletememiş sesini.Zavallı Sarı Öküz kurban edilmiş aslanlara.Hepsi birden saldırmışlar zavallı öküzün üzerine. Bir ikisini fırlatmış üstünden ama bitkin düşmüş az sonra. Çırpınmış, haykırmış, yardım istemiş, yalvarmış, ama yokmuş onu işiten. Diğerleri üzülmüşler üzülmesine ama elden ne gelir ki. Bütün sürünün selameti için bir öküz,gerekliymiş bu.
Gerçekten de günlerce sürüye hiç bir saldıran olmamış. Huzur içinde geçer olmuş günleri. Ama aslan milleti bu, ne kadar sabreder ki. Hele öküz etinin tadını aldıktan sonra. Acıktık demişler Topal Aslan'a daha bir kaç hafta bile geçmemişken. O da yine almış yanına bir kaçını, bir defa daha gitmiş Boz Öküz'ün yanına.
- 'Selam' diye girmiş söze. ' Gördünüz ya biz aslanlar ne denli uysal milletiz. Doğru kararınız için sizi bir daha kutlamak isterim. Siz de huzur içindesiniz, biz de. Ne mutlu. Yalnız buraya bunları söylemek için gelmedim. Büyük bir problemimiz var.'
- 'Nedir?' demiş Boz Öküz merakla..
- 'Şu sizin Uzun Kuyruk' demiş Topal Aslan. Öyle uzun bir kuyruğu var ki nereden baksak görünüyor. O kuyruğunu salladıkça bizim de aklımız başımızdan gidiyor. Gözümüz dönüyor, sürüye saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Halbuki siz öylemi ya, hepiniz normal kuyruklusunuz. Bir onun suçu yüzünden korkarım hepiniz zarar göreceksiniz. Gelin verin onu bize bu mevzuyu burada kapatalım. Eskisi gibi barış ve sevgi içinde iki taraf da hayatını sürdürsün.Boz Öküz yine istişare yapmış sürünün ulularıyla. Yine sadece Benekli Öküz olmuş karşı çıkan. Hepsi de verelim gitsin demişler. İstişare daha da kısa sürmüş bu defa.Dışlamışlar Uzun Kuyruk'u sürüden.Saatler sürmüş zavallının çırpınışları ama sonunda o da yenik düşmüş aslanlara.
Tekrar tekrar yinelenmiş bu olanlar. Her geçen gün daha da semirmiş aslanlar. Alabildiğince güçlenmişler. Öküzlerse her geçen gün daha da zayıflamışlar, seyreldikçe seyrelmişler. Aslanlar küstahlaştıkça küstahlaşıyorlarmış. Artık bir sebeb bile söyleme gereği duymuyorlarmış.'Verin bize şu öküzü yoksa karışmayız' derlermiş sadece. Zavallı öküzlerin hayır diyebilecek güçleri kalmamış. Hepsi birer birer can veriyorlarmış aslanların pençesinde.Boz Öküz de aralarında olmak üzere bir kaçı kalmış en sona. Ne oldu bize, ne zaman kaybettik bu harbi aslanlara karşı, oysa ne kadar da güçlüydük? diye sormuş biri Boz
Öküz'e.
- 'Biz' demiş Boz Öküz gözleri nemli ve sesi pişmanlıkla titreyerek
'Sarı Öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu harbi...'
resim kaynak 

17 Mayıs 2014 Cumartesi

KIYMETLİDİR MADENCİ KARISI


(bu öyküyü 2007 yılında yazdım ama yıllardır değişen bir şey yok!... acılar hep aynı!  m.i. )
KIYMETLİDİR MADENCİ KARISI
Bir varmış bir yokmuş diye mi başlar bütün masallar?
Bir varmış bir yokmuş… Allah’ın kulu çokmuş!
Çokmuş… Çokmuş…
Çokmuş da; kimi yatağında, kimi sokağında… Kimi yer üstünde, kimi yeraltında yaşar gider; vakti zamanı gelince de ölüp gidermiş. […Miş… de!.. “Miş”ler kimine türkü olurmuş, kimine ağıt!
“Ölüp gidermiş… Vakti gelince!... Vakti gelince!... Vakti gelince!... Vakti…”
… Korkuları gölgede bırakıp; korunaklı bir evde, rahat döşeklerinizde derin uykulardayken siz…
“… Nenni de bebeğime neeenni…”
Elleriyle karnını sımsıkı kavrıyor. Bacaklarını toplamaya çalışıyor.
“Kal olduğun yerde bebeğim. Zamanı değil! Sen de gidersen dayanamam.”
“… Sen de gidersen!... Sen de gidersen… Gittin mi Halil?”
Tüm dünya koskoca bir uğultuya dönüyor.
“Susuuun… Susun artık! Çekin ellerinizi üzerimden. Uyumalıyım ben. Bebeğim de uyumalı. Uyandığımda mor menekşeler açmalı yeniden. Çiğdemler nergisler sarmalı her yeri.”
Uyanıkken görülen bir düş gibi devşiriyor başkalarının karabasanlarını.
“Maden kuyusunda havasız kaldım
İtildim kakıldım dermansız kaldım
Yoksulluk yüzünden çaresiz kaldım.”
Düş içinde bir düşün peşinden gidiyor.
Kuyulara dalıyor; vuruyor kazmayı geçmişin göçüklerine. Dinliyor; dokunuyor korkunun soğuk gövdesine. Umarsız bekliyor konuşsun diye bir ölü evi çılgınlığındaki ocaklar!
Gün, günlere uzuyor; gazetecilerin flaşları, güvenlik görevlilerinin ve madencilerin koşuşturmaları, ağlamalar, feryatlar arasında arama kurtarma çalışmaları sürüyor.
Sağlık ocağının önü ana baba günü. Hep yürek korkusu ile beklenen bildik görüntüler…
O kargaşada her ambulans gelişinde insanlar gözyaşları içinde bağrış çağrış kapıya hücum ediyorlar. “Haliiil!...” Anneler, babalar, eşler, çocuklar her ceset çıktığında koşturuyorlar. Yaralıları, cesetleri teşhis etmeye çalışıyor, kömürleşmiş, parçalanmış cesetlerin üstüne kapaklanıyorlar.
Kadınlar yürekleri paralayan bağrışlar eşliğinde dizlerini dövüyor, korkmuş ve şaşkın çocuklar incecik sesleriyle onlara katılıyor; her tür erkek sesinin de karıştığı curcunalı bir koro sarıyor ortalığı.
“Yeminliyim demiştim; varmam demiştim madenciye. Yıkamam demiştim kömür kirini. Kulağım tetikte bekleyemem!”
“Ondan mı oldu bunlar? Cezalandırıldı mı sevgim?”
Düş içinde gerçek; gömülmeyi bekleyen bir ölü gibi çarpıyor karanlığına. Gövdesini yakıp, ruhunda boğuluyor.
“Şu ağlayanlar da kim?... Halil’e mi ağlıyorlar, kendilerine mi?
Yoksa yanarak; göçükte kalarak ölen, ya da kör, topal, felçli yaşayarak ömür tüketen yakınlarına mı?”
Yüzünü avuçluyor. Sahip olmakla kaybetmek arasındaki sınırda kayboluyor.
“Tanıyamamışlar Halil’imi. Nasıl da umutlanmıştım çıkanların arasında olmayınca! Yokmuş yüzü. Kopmuş kolu bacağı. Yanmış, kavrulmuş. Nasıl da patlamış patlayasıca! Ah Halil’im… Göremedi bebeğini.”
“Bu şirket çok para veriyormuş kalanlara kız!...”
“Vay anam, bizimkiler havaya gitti!”
Beyni zonkluyor; yeniden savruluyor uçurumlara. Kan tüküre tüküre ölen babasını, ezik kavruk anasını görüyor. Bu akan kan babasının mı?... Yok yok tükürükten bu kadar kan çıkmaz. Hem niye onun altından aksın ki?..
“Bu ağır koku ne kokusu?”
“Kömür damarlarını yarıp kömürü yer üstüne çıkarmak hüner ister… Sabır ister. Değil mi Halil’im? Zamanında önlem alınmazsa kömür kendiliğinden... Tutuştu mu? Yanıyor mu için için?.. Patlayacak yetişin!... En derin yerindeyim göçüğün. Her yerim kömür balçığı! Halil!... Nerdesin Halil? Kurtar bizi!”
“Yeter bağrıştıkları! Yeteeer!... Bırakın bebeğimi. Dokunmayın bana!... Haliiil!
“Paraları hemen ödüyorlarmış hem de…”
Dizi dizi tabutlar geliyor. Kazayı yeni haber almış insan seli bitmek bilmiyor. Gece gündüze karışıyor; güneş sağlık ocağı önünde ağlayan, haykıran; kocasının, oğlunun, kardeşinin, babasının, amcasının cesedini arayan madenci yakınlarının üzerine doğuyor.
“Kazma seslerini bile duyamadan gitmiş yiğidim. Bir umutsuz!
“Kuyulara sığmaz bedeni, sedyelere nasıl sığdı?”
“Çıkmıyor kömür karası. Karabasanım oluyor düşlerim.”
Bir gün daha bitti… Yaşayamadığınız bir gün daha!
“Devletimiz görev başında. Yaraları saracaktır. Olay ihmalden kaynaklanıyorsa sorumlulardan hesap sorulacaktır”
“Çok para vereceklermiş, çoook!”
“Paranız batsın!.. Haliiil… Koç yiğidim. Bebeğim!”
Kimse yok mu?
“Aradan yıl geçti. Kimseler kalmadı ortalıkta.
Şehirden uzak, dağ başlarındaki ocaklarda, toprağın metrelerce altında, yine yüzlerce insan seni soluyor.
Yaşananları kanıksadı insanlar. Birkaç yılda bir yürekleri dağlar gider ölüm. Yeniden hayatlarını kurar kalanlar.
Başım eğik Halil’im… Duvağım solmadan ben de onlardan oldum. Gözyaşlarım çiçek oldu, gelin gülüşüm dondu dudaklarımda; mühürledim ağzımı. Yandı içim, kavruldu. Kucağımda bebeğimle gelemedim. Durduramadım onu; “düşüt”ünü geri aldı toprak; vakitsiz geldi yanına…
Sana sevgim hiç sönmedi. Ama ne derim; nasıl derim bilemem: Tek gelmedim.
Amca olacaksın yakında.
Münevver İzgi
(*)“KIYMETLİDİR MADENCİ KARISI” isimli öykü, Maden Mühendisleri Odası‘nın, Edebiyatçılar Derneği katkılarıyla, ilk kez 2007 de düzenlediği "Madenci Öyküleri Yarışması’nda birinci seçildi. “MADENCİ ÖYKÜLERİ - ÇIĞLIK” isimli kitapta yer aldı.
dipnot:resmi görsellerden arayıp asıl sahibini bulmak istedim ama facebook adresleri çıkıyor hep.zaten son günlerde hep paylaşılıyor.bende facebooktan aldım.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

BULUTLARIN ÖTESİNDE





Michelangelo Antonioni'nin 1995 yapımı "Par defa leş Nuages" (Bulutların Ötesinde) adli filminde hoş bir sahne ve hoş bir hikaye vardı. Genç kız bir kafede gizemli bir erkekle tanışıyor ve adam ona şu hikayeyi anlatıyordu: 
     Bir zamanlar Afrika'da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların  ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor doğa koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş. 
     Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmi birden durmuşlar. Taşıdıkları yükleri yere indirmişler ve hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. 
    Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış. Bu anlaşılmaz durumu yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir sure konuştuktan sonra su şekilde ifade etmeye çalışmış: 
    "Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor." Modern şehir hayatinin ve çağımızın getirdiği en büyük Sorunlardan biri bu; "hızla ve sonu bir turlu gelmeyecek olan hedeflere doğru çılgınca koşuşturmak" ve koşuştururken etraftaki ayrıntıları, manzaraları, küçük mutlulukları, kısaca hayata dair pek çok yaşanası güzelliği görememek ve kaçırmak.Ya da yaşanan yığınla drama, saçmalığa ve ilkelliğe seyirci kalmak, duyarsızca sadece bakıp geçmek ve gitmek.
    Halbuki durup ruhlarımızı beklemeli, Müziği duymaya çalışmalı, Yavaş dans etmek için çaba sarf etmeli, Her günün bitiminde yatağa uzanıp "kendimize doğru bakmalıyız". 

resim kaynak

2 Mayıs 2014 Cuma

CENNET İYİLER İÇİNDİR


Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada birlikte ölmüşlerdi. Gökyüzüne çıktıktan sonra bembeyaz bulutların arasında dolaşmaya başladılar. Adam çok susamıştı biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken, birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karsısında buldular.. 
     Rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altından yapılmış bir bahçe kapısı, ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın.Adam köpeğiyle birlikte kadına yaklaştı ve sordu: "Affedersiniz... burası neresi?"Kadın ona gülümsedi: "Burası Cennet, efendim"Adam bunun üzerine sevinçle "Harika...!!!" dedi "Peki bana biraz su verebilir misiniz, gerçekten çok susadım"....Kadın cevap verdi: "Tabi efendim, içeri girin..içerde dilediğiniz kadarsa bulabilirsiniz.   
     "Böylece adam köpeğine döndü, "Hadi oğlum içeri giriyoruz" diyerek kapıya yürüdü..ama Kadın onu birden durdurdu: "Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez. hayvanları içeri almıyoruz..."Bunun üzerine adam bir an durdu.. duşundu.ve geri donup köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam ters yönünde yürümeye koyuldular.... 
    Bir sure geçtikten sonra kendilerini bu kez tozlu çamurlu bir yolda buldular, vetolun sonunda karsılarına çiftlik girişini andıran bir kapıyla yırtık pırtık elbiseli bir dede çıktı. Adam sordu: "Affedersiniz..bana biraz su verebilir misiniz "Dede "İçeri gel" dedi.. "kapıdan girdikten sonra sağ tarafta bir çeşme var 
    "Adam sordu: "Peki arkadaşım da benimle gelip oradan içebilir mi ? "Dede " Tabii."dedi."çeşmenin yanında köpeğinin de su içebileceği bir kase bulacaksın. "Bunun üzerine adam kapıdan girdi... biraz yürüdükten sonra sağ tarafta çeşmeyi buldu.. adam çeşmeden  köpek de oracıktaki kaseden doya doya içerek susuzluklarını giderdiler.... 
    Derken adam geri giderek girişte bekleyen dedeye sordu:"Su için çok teşekkür ederim... peki Burası neresi..?"Dede "Burası cennet"dedi.. bunu duyan adam sasırdı:"Ama nasıl olur..? az önce Burası gibi kırık dökük olmayan muhteşem birlere gittik ve orasının da Cennet olduğunu söylediler. "Dede "Su rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yer mi?" dedi  "ama orası Cehennem..

     "Adam iyice şaşırmıştı: "Peki ama orası sizin adinizi kullanarak insanları kandırıyor diye hiç kızmıyor musunuz."Dede gülümsedi: "Çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanları Cennetten uzak tutuyorlar.  

1 Mayıs 2014 Perşembe

fedakarlık...


Bir zamanlar, şiddetli bir kış sonucunda, kentin yakınındaki göl buz tutmuş. Halk, donmuş gölün üzerinde büyük bir eğlence düzenlemeye karar vermiş.
Yaşlı, genç, kadın, erkek herkes şehri terk edip gölün üzerinde toplanmışlar. Biri kızağa biniyor, birisi kayak kayıyor, kurulan çadırlardan coşkun bir müzik ve kahkahalar yükseliyormuş. Gençler sevinçle sıçrayıp oynuyor, yaşlılar da bu eğlenceli manzarayı seyrediyormuş.
Şehirde ise, sadece yaşlı ve fakir bir kadıncağız kalmış. Hasta olduğu için devamlı yatakta yatıyor, ayaklarını kullanamıyormuş. Evinin penceresinden, buz tutmuş gölü ve oyun oynayan neşeli insanları seyrediyormuş. Akşama doğru ufka bakarken küçücük beyaz bir bulutun belirdiğini görüp, müthiş bir korkuya kapılmış. Yeni evlendiği günleri hatırlamış birden. Eşiyle gölün üzerinde gezerlerken, yine böyle bir bulut görmüş, çok geçmeden de korkunç bir fırtına ile birlikte buzlar kırılmış. Kötürüm kalması da ondanmış. Ne yazık ki kocasını da o kazada kaybetmiş.
Yaşlı kadın; “Yine öyle olacak!” diye düşünmüş. Alabildiğine bağırmaya başlamış, ama sesini kimse duymuyormuş. Bulut gittikçe büyüyüp kararıyor, kadın ise çaresiz bir şekilde kendi kendine konuşuyormuş; “Fırtınanın çıkmasına az bir zaman kaldı.” Diyormuş. “Fırtına ile birlikte oluşacak dalgalar buzları kırıp, herkesi suya gömecek….”
Bütün gücünü toplayan kadın, elleri üzerinde sürünerek yataktan yere inmeyi başarmış. Sobadan çıkardığı bir parça ateşle yatağını tutuşturmuş. Sonra da sürüne sürüne, güç bela evden dışarı çıkmış.
Küçücük evi bir anda alevler sarınca, buzun üzerinde oynayanlar evin kime ait olduğunu hemen anlamışlar. Sakat kadını kurtarmak için herkes koşuşturmaya başlamış. Bu arada göğü siyah bulutlar tamamen kaplayıp, rüzgar çıkmış. Buz çatlayıp, sallanmaya başlamış. Yaşlı kadını kurtarmak için, en son kişi de sahile varınca, gökyüzü yırtılır gibi olmuş. Fırtına ile birlikte dev dalgalar gölü örtmüş, buzlar kırılmış. Ama, hiç kimseye bir şey olmamış.
Hasta ve sakat kadın, bütün varını yoğunu ateşe vererek, şehir halkını kaçınılmaz bir ölümden böylece kurtarmış..
resim kaynak