29 Haziran 2013 Cumartesi

‘Mendilimde Kan Sesleri’


Birkaç hafta önce sordum bir heykeltıraşa: “Sizi ne incitir? Kurşun işleyen yeri sormak gibi bu biliyorum ama...” dedim aslında yanıtını bilerek. Gülümsedi, düşündü kısa bir an... Sonra “Emeğimin samimiyetinin sorgulanması olabilir” dedi.

Yaşamak ne büyük bir emek. Sadece kendin için değil, bir başkası, başkaları; kalabalıklar içinde, onlar için de...

Ya çile ya sevinçle rengini belli ediyor kendini her yeni gün. Ah o ne yontmaktır aslında değil mi? Bir taşı çatlatmadan, kırmadan oymaya benziyor yaşamayı öğrenmek. Sonra süre doluyor ve kendi ömrünün taş işçisi paydos ediyor...

Ben her tanık olduğum paydosun ardından biraz daha içime dönüyor, havalanıp duran kuşlara bakıyorum...

Nasıl hep birden kanat çırpıp birer birer göçüyorlar...

O zaman sessizce veda vakti diyorum. Bir şiir tutuyorum gidene...

***

Sonra aklıma geliyor. Şiire inanmayanlar akıllı buluyor kendisini. Onlar zaten aynı fikirde olmadıkları birisinin ölümü hak ettiğini düşünebilecek kimseler... “Öyle düşünüyordu o yüzden iyi oldu öldüğü, ölsün hem, ona benzeyenler de ölsün” diyebiliyorlar...

Şiirle “şakalaşmayı” marifet sayanların çoğalması da acıklı bir şakası işte zamanın. İpini tutan bir çocuğun bir olmadığı ve nerede gözden kaybolacağını bilemediğimiz bir balon kadar hüzünlü geliyor bana şiirle ve şairle ve ölümle böylesine günahkâr “şakalaşabilen” kişi...

Sanki hiç ölmeyecekmiş; sanki hiç film izlememiş, bir şarkı ezberlememiş; sanki hiç korkmamış, sanki hiç efkârlanmamış bir şeyden gibi... Hayretle bakıyorum gidenin ve şiirin ardından zalimleşenlerin yüzüne. Daha mı dünyaya ait biri kılıyor onları bu hâlleri? Kim bunlar peki? Ben kimim? Ölenler kim? Gidenler gitmesin diye kavga edenler kim? Herkes sussun diye bağıran ve susturan kim peki?

***

Diyor ki Edip Cansever:

“Her yere yetişir /Hiçbir şeye geç kalınmaz

Çocuğum beni bağışla /Ahmet Abi sen de bağışla.

Boynu bükük duruyorsam eğer /içimden böyle geldiği için değil

Ama hiç değil /Ah güzel Ahmet Abim benim

insan yaşadığı yere benzer

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer

Suyunda yüzen balığa /Toprağını iten çiçeğe. (...)”

Şiir yerini buluyor işte. Bazen insanın en susmak istediği vakitte geliyor ve daha önce söylenmişliğinin tüm bilgeliğiyle, üflüyor aklına... Fısıldıyor kulağına... Edip Cansever, gökyüzüne dayalı bir sandalyede otururmuşcasına okuyor.. Okuyor işte bakın:

“(...) Ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer

Sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne

Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına

Öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına

Minibüslerine, gecekondularına

Hasretine, yalanına benzer

Anısı ıssızlıktır /Acısı bilincidir

Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek / Bir halk gülüyorsa gülmektir

Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi. (...)”

***


Sahi ne kadar benziyoruz biz artık Türkiye’ye Edip abi? İnsan yaşadığı yere benziyorsa eğer... Kimiz biz? Neden kopmaktayız giderek? Bunca kalabalık, dirsek dirseğe, nefes nefese bir aradayken. Hayır, benzemiyoruz artık birbirimize. Ben benzemek istemiyorum artık. Uzun güzel şiirinin bütününe bile yerim yok, çünkü bu kadar, bu kadarcık hepi topu bütün bahçem...

***
“(...) Onlar ki, hepsi

Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlerde büyüyenler

Ah güzel Ahmet Abim benim /Gördün mü bak

Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar

Ve dağılmış pazar yerlerine memleket

Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile

Gelse de / Öyle sürekli değil

Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün

O kadar çabuk /O kadar kısa / işte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

Mendilimde kan sesleri.”


***


Şimdi cenazeler, şimdi yeni sorular, şimdi yeni ayrışmalar, gözaltıları, bilenmiş öfkeler...

Samimiyetinden sual edilecek yeni emeklere, yeni hayatlara doğru çevrilen başlar... Sanki kimse ölmeyecekmiş gibi, sanki kimse bir köpekten korkmamış, bir dudağı öpmemiş, bir gidenin ardından bakmamış gibi... Yok, ben tanımıyorum savaşmayı ve küfrü bu kadar seveni... Yaşadığımız yer aynı değil demek ki. Belki de bu yüzden hiç bitmiyor mendilim(iz)de kan sesleri...

Ah be Edip Abi...


İclal Aydın

25 Haziran 2013 Salı

BİR ANNENİN TERBİYESİ



BİR ANNENİN TERBİYESİ

Aşçılığıyla ün yapmış yaşlı bir kadın, akşam yemeğine gelecek olan oğlu ve yeni gelini için yine mutfağına kapanmış, yemek yapıyordu. Aynı akşam yemeğe eski bir aile dostu da davetliydi. Beklenen misafirler gelip sofraya oturduklarında çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar. Yaşlı kadının o gece yaptığı yemekler değme oburların bile iştahını kapatacak kadar berbattı. Tatlılar un kokuyordu, patatesler yanmıştı, köfteler ise neredeyse hiç pişmemişti. Oğlu, yeni gelini ve aile dostu, kadıncağıza durumu fark ettirmemek için ellerinden geleni yaptılarsa da, yemek sırasında pek iştahlı göründükleri söylenemezdi. Nihayet yemek bitti ve yeni evli çift annelerinin ellerini öperek evlerine gittiler. Aile dostları ise biraz daha kaldıktan sonra gitmeyi düşünüyordu. Oğlu ve gelini gittikten sonra, yaşlı kadına: "Senin harika bir aşçı olduğunu adım gibi biliyorum. Bana söyler misin, bu geceki yemekler neden o kadar kötüydü? Bence ya hastasın ya da bir sorunun var." dedi. Yaşlı kadın gülümseyerek cevap verdi: "Hayır, hiçbir şeyim yok. Kasten yaptım. Bu yemekten sonra oğlum asla ikide bir annesinin yemeklerini hatırlatıp karısının kalbini kıramayacak."

24 Haziran 2013 Pazartesi

Temiz Çamaşırlar:)


Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken, komsu da çamaşırları asıyormuş. Kadın kocasına ' Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor.' demiş. Kocası ona bakmış, hiç bir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah ayni yorumu yapmaya devam etmiş.
Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış 'Bak' demiş kocasına ' çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?'
'Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim' diye cevap vermiş kocası.

Hayatta da böyle değil midir ?
Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır. Birini eleştirmeden ve hemen yargılamadan önce zihin durumumuza bakmak ve 'iyi' olanı görmeye hazır olup olmadığımızı fark etmek güzel bir fikir olabilir ...
Pencerelerimizi temiz tutabilmek dileğiyle....

23 Haziran 2013 Pazar

Dert Ağacı..


Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü zorlukla tamamlamıştı.
Arabasının patlayan lastiği onun işe bir saat geç gelmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski püskü pikabı çalışmayı reddetmişti.
Onu evine götürürken yanımda adeta bir taş gibi oturuyordu. Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet etti. 
Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, dalların uçlarına her iki eliyle dokundu. 
Kapı açıldığında ; adam şaşırtıcı bir şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük verdi.
Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde ; ağacın yanından geçerken merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı sordum.

"O,benim dert ağacım," dedi. "Elimde olmadan işimde bazı sorunla çıkıyor, ama şundan eminim ki o sorunlar, evime, eşime ve çocuklarıma ait değil. Bunun için bu sorunları her akşam eve girerken o ağaca asıyorum. Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz? Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum.

" Öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir."

22 Haziran 2013 Cumartesi

Dua..



ALLAHIM…

Güçlülerin yüzüne gerçeği söylemek, zayıfların ise alkışını ve sevgisini kazanmak için yalan söylememek için bana yardım et.

Eğer bana para verirsen, mutluluğumu alma ve eğer bana güçler verirsen, muhakeme yeteneğimi çıkarma

Eğer başarı verirsen, alçak gönüllüğü; alçak gönüllülük verirsen, saygınlığımı çıkarma.


 Görünenin diğer yüzünü tanımama yardım et.

Benim düşüncelerime katılmıyorlar diye bana karşı olanları hainlikle suçlayarak, onların karşısında suçlu duruma düşmeme izin verme

Kendimi sever gibi diğerlerini sevmeyi ve diğerlerini yargılıyormuş gibi kendimi yargılamayı öğret bana.

Başarılı olduğum zaman sarhoşluğuna izin verme, ne de başarısız olursam umutsuzluğa düşmeme.

Başarısızlığın, başarının öncesindeki bir deneme olduğunu hatırlamamı sağla.

Hoşgörünün, güçlerin en büyüğü; intikam arzusunun ise zayıflığın ilk görünümü olduğunu öğret bana.

Eğer beni paradan yoksun bırakırsan, umudu; başarıdan yoksun bırakırsan, başarısızlığı yenebilmek için irade gücünü ver bana.

Eğer beni sağlık bağışından yoksun bırakırsan, inancın lütfunu bırak.

Eğer insanlara zarar verirsem, özür dileme; eğer insanlar bana zarar verirse, affetme ve merhamet gücü ver bana.

ALLAHIM…

Eğer seni unutursam, sen beni unutma! 

21 Haziran 2013 Cuma

Charlotte kuralı


Charlotte kuralı

Charlotte, Paris'te yaşayan çok güzel bir kızdır. O kadar güzeldir ki, saçları şelaleler gibi omuzlarından kollarına dökülür. Boyu upuzun, bacakları upuzundur. Bir reklam ajansında, müşteri temsilcisi olarak çalışır. İyi para kazanır. Ailesi de çok varlıklıdır hatta. Ben Charlotte'u geçen hafta Paris'te tanıdım. Bu bilgileri almanız, kuralı sorgulamamanız açısından önemli.

Paris'te, bir arkadaşım beni Charlotte'un evine davet etti. Bilirsiniz, insanlar birbirlerinin hayatını merak eder, fark etmeden ve ettirmeden incelerler. Hatta benim en sevdiğim şeylerden biri, sokakta, perdeleri sonuna kadar açık evlere ve orada yaşananlara şahit olmaktır. İnsanın içi, insanlığa ısınır. Dersin ki, "Oh.... Üç aşağı beş yukarı aynı şeyler işte!" Ben de, böyle gözlerle incelemeye başladım biraz önce tanıdığım bu güzel Fransız kızın hayatını. Herkesin evinden yola çıkıp, kendisine varmak mümkün.
Fakat bu evde bir tuhaflık vardı. Her şeyden çok az vardı bu evde.. Gerektiği kadar. Mesela, bir şampuan bir sabun. Minnacık bir dolap. İçinde birkaç elbise kazak. Altı yedi ayakkabı. İki dvd. Beş cd. Ipod. Dört bardak, birkaç tabak. Birkaç mum. En fazla on tane kitap. Hiç ruj yok! Çantasındaymış. Zaten lipstick o da... Hayatta bazen, şaşakalırsın ya. Başa dönersin ya. Bir yerde bir hesaba, olmazsa olmaz diye eklediğin bir kalem birdenbire, tek bir örnekle, kendini siler ya. Öyle oldu bana. Gözlerindeki silik eyeliner dışında, süsü de yok bu kızın. Peki bu kız nasıl böyle kız oldu? Nasıl böyle sade kaldı? Kadın oldu? Dışarıda bu kadar az şeyle, içi çok oldu?

Anlayamadım. Çözemedim. Sadelik.. Beni şaşırtan şey, modellik yapacak kadar güzel ve havalı, aynı zamanda varlıklı bir kızın bu hayat seçimi. Olağanüstü... Kendi hayatım, arı kovanı gibi başımda vızıldamaya başladı. Paris sokaklarında beni takip edip durdu bu arılar. Tek çöp bir şey alamadım. Hep sordum: buna gerçekten ihtiyacım var mı? Buna benzer, aynı işi gören bir şeyim var mı?... Koca koca alışveriş
merkezleri, bizi kandırmak için birbirleriyle iddiaya girmiş ahtapotlar gibi gelmeye başladı. Kaçtım, kaçtım, saklandım.
Sahip olduklarımın, yarısından fazlasına ihtiyacım yoktu. Hayatı ağırlaştıran şey, seçim çokluğu. Az şey kadar güzeli yok. Gereği yok. Sonumuz belli.

Banyoda bütün ürünler, dopdolu şişelerle birbirlerini köpürtürken, hiç giymediğimiz kazaklar lüzumsuzca dizilmiş t-shirt'lere dolapta el şakası yaparken, hiç açılmamış kitaplar kendi kendilerine konuşurken... Biz orada olmayacağız. Üstelik onlar da, boşu boşuna bizden başka kimsenin olmamış olacak.
Anladınız değil mi Charlotte kuralını?
sözü geçenlerde yakın bir arkadaşımdan duyduğum ve çok sevdiğim bir sözle bitireyim.
Zenginlik çok şeye sahip olmak değil , az şeye ihtiyaç duymaktır.

Nil KARAİBRAHİMGİL

20 Haziran 2013 Perşembe

Hey gidi günler hey!



Son günlerde, bi surat, bi surat ki gelinde,
Çayımı bile artık yarım dolduruyor bey,
Allah’tan kulaklarım ağır işitiyor da,
Duymuyorum ne söylediğini,
Ama yine de hissediyorum bey,
Beni bu evde galiba istemiyor artık,
Hey gidi günler hey!
Oğlunu bilirsin, vur ağzına, al lokmayı
İki arada, bir derede, ne yapsın, ana bu.
Atsa atılmaz, satsa satılmaz
Bana artık, gizli gizli sarılıyor,
Dün akşam, uyurken öptü beni, biliyor musun?
Nasıl ağrıma gitti, nasıl!
Artık akide şekeri de getirmiyor,
Hani dişlerim yok ya,
Yerken garip sesler çıkartıyormuşum da
Güya çocuklar iğreniyormuş benden,
Yok, vallahi yalan bey,
Hiç yapar mıyım ben öyle şey!
Gelin, çocuklara masal anlatmamı da yasakladı
Üstelik seninle konuşuyormuşum diye,
Duvardaki resmini de sakladı
Olsun, koynumdaki resminden haberi bile yok,
Yine de beddua edemem bey,
Oğlumun karısı, torunlarımın anası o
Geçenlerde üst komşular geldi,
Ne konuştuklarını duymayayım diye,
Kapıyı üstüme kilitledi
Duymadım, duymadım lakin hissettim,
Düşkünlerevine yatıracakmışlar önümüzdeki ay beni,
Ne yalan söyleyeyim, epey ağırıma gitti, epey,
Ha, sen ne diyorsun bey?
Hani, bi görünsen oğluna, ne de olsa babasısın, seni dinler,
Bu odada oturur, vallahi hiç dışarı çıkmam
Akide şekeri de istemem.
Masal da anlatmam çocuklara artık,
Ne olur, ayırmasınlar beni, ne olur!
Yaşayamam, nefes bile alamam,
Sana ait anılardan uzak,
Ne yaparım ben, ne yaparım!
Şu camın pervazında hayalin durur,
Çekmecelerde el izlerin,
Bastonun hâlâ duvarda asılı.
İstemiyorlar beni artık, istemiyorlar hâsılı.
Hey gidi günler hey,
Hani diyorum bi çağırsan
Yoksa, yoksa sende mi unuttun beni, bey?

Mehmet Çetin

19 Haziran 2013 Çarşamba

YİRMİNCİ YÜZYILIN İLK YARISI




Yirminci yüzyılın ilk yarısı
Ölüm çağı oldu
Zulüm çağı oldu
Yalan çağı oldu.

Yirminci yüzyıl insanları
Asıp kestiler
Kesip biçtiler
Tepeler gibi ölü yığıp
Deryalar gibi kan içtiler,
Çocukları ağlattılar
Kadınların ırzına geçtiler,
Yirminci yüzyıl,insanların
Ağlamasın da kimler ağlasın.
        Cahit Külebi

18 Haziran 2013 Salı

Çocuk ne görürse !



Bir çocuk kınanırsa her zaman

O da yapamaz başkalarını ayıplamadan.

Ve düşmanlık görürse durmadan

Kaçamaz hiçbir zaman kavgadan.


Onunla edilirse alay

Utancı öğrenir en kolay

Ve utançla yaşarsa eğer

Suçlamayı kendine iş edinir.


Hoşgörü esirgenmezse ondan

Sabrı da öğrenir bir yandan.

Ve verilirse ona cesaret

Nedir, öğrenir kendine güvenmek.


Övgüyle,ödüle layık görülürse çocuk

Hep almayı değil, vermeyi de öğrenir çabuk

Ve güven duyulmuşsa kendisine

O da kulak verecektir dostluğun sesine.


Bir çocuk başkalarından görürse beğeni

Bilir kendisinin de sevmesi gerektiğini.

Ve ilgi,dostluk görürse eğer

Sevgiyi,sevgiyle yürekten sezer.

Sevgiyi bulunca kucak dolusu

Dünya ile arkadaşlık kurmakta

Kalmaz korkusu…


Dorothy Law NOLTE

17 Haziran 2013 Pazartesi

İhtiyar Taşçı ve Kaderi...


Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı, kaya yontmaktadır.
Güneş onu yakıp kavurur.
O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye.
"Ol" der Tanrı. Güneş oluverir.
Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz.
Bulut olmak ister. "Ol" der Tanrı bulut olur.
Rüzgar alır götürür bulutu, rüzgarın oyuncağı olur.
Rüzgar olmak ister bu kez. Ona da "Ol" der Tanrı.
Rüzgar her yere egemen olur, fırtına olur kasırga olur.
Herşey karşısında eğilir.
Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar.
Ordan eser burdan eser, kaya banamısın demez!
Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da izin verir.
Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı...
Sırtında bir acı ile uyanır...
Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
VE İŞTE KADER...
KADERİNİ SEV BELKİ SENİNKİ EN İYİSİDİR.


Nietzsche

13 Haziran 2013 Perşembe

ANLAŞILMAK ya da ANLAŞILMAmak...



Bİr gün adam yolda yürümektedir İlerden iş makinalarının sesi gelmektedir Yol açma çalışması vardır Birazdan dozerin geçeceği yerde güzel bir ağaç, agaçtada bir kuş yuvası yumurtalar içinde anne kuş korkudan titremektedir Çünkü birazdan dozer ağacı yıkacak, kuş yumurtaları kırılacaktırİyi niyetiyle bir adam ağaca çıkar ve kuş yuvasını güvenli bir yere taşımak ister Kuş yuvasını alır ve güvenli olan bir ağaca çıkmaya başlar Tam yumurtaları ağaca koyacakken ayağı kayar ve elindeki kuş yuvası yere düşer, yumurtalar kırılır


Aynı olayda başka bir adam Yoldan geçerken bir bakar, Kuş Yuvası, yerden bir taş alır ve yuvaya fırlatır Yumurtalar kırılır Bu iki olayda da yumurtalar kırılmıştır Sizce ikisi aynı şey midir? İşte sevdiklerimi üzmek kırmak beni hep korkutmuştur.

Niyetiniz iyiyken kötü görünmek, severken nefret ediyor sanılmak ve dahası sözün özü derdimiz

ANLAŞILMAK ya da ANLAŞILMAmak

BOŞ DUVAR...


İleri derecede hasta iki adam ayni hastane odasındaydılar. Adamlardan birinin her öğleden sonra 1 saatliğine oturmasına izin veriliyordu, ciğerlerindeki suyun süzülmesi için.

Bu hastanın yatağı odadaki tek pencerenin tam yanındaydı. Diğer hasta ise hep sırtüstü yatmak zorundaydı.

Bu iki hasta saatlerce birbiriyle konuşur, eşlerini, ailelerini, evlerini, islerini, askerlik anılarını, tatilde gittikleri yerleri anlatırlardı birbirlerine.

Pencerenin yanındaki hasta, her öğleden sonra oturmasına izin verdikleri saati diğer hastaya pencereden görebildiklerini anlatarak geçiriyordu.

Diğer hasta hep bir sonraki günü iple çekmeye başladı, dışarıdaki renkli ve hareketli dünyayı dinlemek için.

Pencere, içinde çok güzel bir göl olan parka bakıyordu. Ördekler ve kuğular gölde yüzerken çocuklar model bot'larını suda yüzdürüyorlardı.

Genç aşıklar, gökkuşağının tüm renklerindeki çiçeklerin arasında kol kola dolaşıyorlardı. Ulu ağaçlar etrafı süslüyor, uzaktan şehrin silueti görünebiliyordu.

Pencere kenarındaki adam bunları muhteşem bir detayla anlatırken, odanın diğer ucunda yatan adam gözlerini kapar ve bu muhteşem manzarayı hayalinde canlandırırdı.

Sıcak bir öğleden sonra, pencerenin yanındaki adam geçmekte olan bir şenlik alayını tarif etti. Diğer adam bando seslerini duyamasa bile hayalinde canlandırabiliyordu, pencere kenarındaki adamın tasviriyle.

Günler ve haftalar geçti.

Bir sabah banyo yaptırmak için su getiren gündüzcü hemşire pencere kenarında yatan hastanın cansız bedeninizle karsılaştı: uykusunda, huzur içinde ölmüştü.

Hüzünlendi, hastane görevlilerini cesedi dışarı taşımaları için çağırdı.

Uygun zaman geçtiğine kanaat getirir getirmez, diger hasta pencerenin kenarındaki yatağa taşınmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Hemşire Memnuniyetle isteğini yerine getirdi, hastanın rahat olduğundan emin olduktan sonra onu yalnız bıraktı.

Yavaşça, duyduğu acıya aldırmadan, bir dirseğine yaslanarak dışarıdaki dünyaya bakmak üzere yatağından doğruldu adam.

Sonunda, dışarıyı kendi gözleriyle görme zevkini yasayabilecekti.

Pencereden dışarı bakabilmek için yavaşça dönmeye zorladı kendisini.

Pencere, BOŞ BİR DUVARA bakıyordu.

Adam hemşireye, vefat eden oda arkadaşının pencerenin dışında görünen Harika şeylerden bahsetmesine sebep olan şeyin ne olabileceğini sordu.

Hemşirenin cevabi, ölen adamın kör olduğu ve pencerenin önündeki duvarı görmediğiydi.

'Sanırım seni cesaretlendirmek istedi' dedi.


Dip Not: Diğer insanları mutlu etmek çok büyük mutluluk getirir,

Kendi durumunuz ne olursa olsun.

Paylaşılan dertler yarısı kadar üzüntü verir, paylaşılan mutluluklar ise İki kati artar.

Kendinizi zengin hissetmek istiyorsanız, sahip olduğunuz ve paranın satın alamayacağı her şeyi paylaşın.


Bu gün bize bir hediyedir.

12 Haziran 2013 Çarşamba

Türk Olmak



Sayın J. F. Gökçen'in "Türk olmak nasıl bir duygudur?" konulu yazısı…

Türk Olmak…

Aslında çok şeydir, Türk olmak.

Türk olmak, Osmanlı'nın borcunu ödemektir. Hovarda babanın borçla yaşayan evladı gibi.

Kosova'da ve Bosna'da, Batı Trakya'da ve Makedonya'da bilmem kaç asır geçmişte kalan meselelerin

hesabını vermektir.

Türk olmak;

- Kıbrıs'ta,

- Hocali'de,

- Anadolu'da ve Balkanlar'da soykırıma uğrayıp

- karşılığında yapmadığın soykırımla suclanmaktır.

Türk olmak;

- faşist olmaktır,

- vatanına, milletine, tarihine sahip çıktığında…

- demokrat ve cağdaş olmaktır,

- vatanına, milletine, tarihine sövüldüğünde…

Türk olmak lisanının Avrupa'da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini ve derdini anlatamamaktır.


Avrupa'da hor görülmek Türk olmaktır,

- ataların bir çok asır önce Viyana'yi kuşattığı için hoş görülmemektir

- Tabii ki - sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana'yı yakmadığın için.

Türk olmak;

- Selanik'te Pontus Anıtı'nın,

- Viyana'da çiğnenen yeniçeri minberinin ve

- Malta'da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.

Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir.

- Üç kıtadan dönüp,

- bir küçük yarımadada misafir muamelesi görmektir.

- Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır, aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.

Türk olmak;

- Arabaya koşulan ilk atın vatanında,

- ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta,

- yazının bulunduğu,

- paranın icat edildiği

- her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta,

- kalkınmak icin yabancı sermaye beklemektir.

Türk olmak;

- Truva'dan bu yana,

- Sümer'den bu yana serpilerek gelse de,

- tarihten eski bu topraklarda,

- bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen,

- bir haftalık hafiza ile yaşamaktır.

- Doğu Roma'yı da

- Batı Roma'yı da yıkıp,

- yeni Roma olan AB'ye girmeye calışmaktır, Türk olmak.

Türk olmak;

- Mostar'da köprüdür,

- Kerkük'te kaledir,

- İstanbul'da Kızkulesi'dir,

- Anadolu'da buğdaydır,

- Çukurova'da pamuktur,

- Ege'de tütün,

- Karadeniz'de fındık,

- Trakya'da ayçiçeğidir.

Türk olmak;

- Çanakkale'de ölmektir.

- Çanakkale'de ölmeden önce düşmana su vermektir,

- onun yaralısını sırtında kendi hastanesine taşımaktır.

- Düşmanın ardından rahmet okumak,

- kanlısından helallik almaktır.

- Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir.

- Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır.

- Yağmura rahmet, kara bereket diye bakmaktır.

Türk olmak;

- harap bir ülkede,

- zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip,

- tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile,

- paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen,

- yedi düvele meydan okumaktır.

Türk olmak;

- askere davul-zurna ile uğurlanmaktır,

- belki de dönmeyeceğini bilerek.

Türk olmak;

- annenin, şehit oğlunun ardından; 'Bir oğlum daha olsun, onu da vatan icin göndereceğim.' demesidir.

- Babanin gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken 'Vatan sağolsun!' demesidir.
Türk olmak;

- 'Türk çayında radyasyon olmaz!' yalanları ile,

- 'Gusül abdesti alana AIDS bulaşmaz!' dolanları ile yaşamaktır.

Her hükümetin

- enkaz devraldığı, ama

- asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.

Türk olmak;

- ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir.

- Ayni nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır.

- Göz hakkına, diş kirasına saygıdır.

Türk olmak;

- Evindeki bir kap aşın yarısını Tanrı misafirine vermektir.

- Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.

Türk olmak;

- milli maçta ağlamaktır.

- Ayhan Işık'a, Belgin Doruk'a aşık olmaktır.

Türk olmak;

- aşkını ölesiye sevmektir.

- Aşkı icin ölmektir,

- öldürmektir.

- Sevdiceğinin elini bir kez tutamadan, toprağa girmektir.

En güzel aşk şiirlerini yüreğinde hissetmektir.

Eşkiyaya türkü yakmaktır, Türk olmak.

Milletine sövmektir, ama başkasına sövdürmemektir, Türk olmak.

Türk olmak;

- Yunus'u bilmektir,

- Aşık Veysel'i sevmektir.

- Mevlana'yı, Haci Bektaş-i Veli'yi ve Hoca Yesevî'yi

- tek bir satırını okumasa da yüreğinde taşımaktır.

Türk olmak;

- saz çaldığında,

- ney üflendiğinde,

- kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında,

- yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir,

- bir de Yemen Türküsü'nde...

- Hayatın sana verdiklerine 'Nasip',

- vermediklerine 'Kısmet'demektir.

- Her işin 'Hayırlısına'inanmaktır ve

- ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir.

Türk olmak;

- Asya'da batılı,

- Avrupa'da doğulu diye tepki görmektir.

Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaradılanı Yaradan'dan ötürü sevmektir.

- Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da,

- silkinip üzerindeki ölü toprağını atabilmektir.

Türk olmak;

- mahalle maçı için ayni saatte,

- on kişi buluşamazken,

- milyon kişinin bir araya gelmesidir.

- Tavla oynarken bile kavga ederken,

- milyon kişinin kavga etmeden gösteri yapabilmesidir.

Türk olmak;

- buhran zamanında Arjantin'de de mağazalar yağmalanırken,

- daha ağır buhranda sıraya girerek,

- sorumlusuna en ağır cezayi tek bir cam kırmadan  sandıkta kesmektir.

Türk olmak;

- en zayif gününde bile dünyaya meydan okumak,

- en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek

- tevekkül göstermektir.

Zor iştir Türk olmak.


Türk olmak;

- Anadolu'da her düşen yağmur damlasına hamdetmek,

- her çıkan başak için şükretmektir.


Türk olmak,

medeniyetler mezarlığı Anadolu'da dik durabilmektir

11 Haziran 2013 Salı

ANNENiN HiZMETE iHTiYACI VAR...


ANNENiN HiZMETE iHTiYACI VAR...

Köyümüz şehirden yüksek mi yüksek,Baban yaşlanıyor oğul, bilmem ki n'etsek?Söz dinlemiyor artık ahırdaki eşek,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizi 9 ay 10 gün karnımda taşıdım,Beş oğul bir kızım için yaşadım,Şimdi halim kalmadı, gençliğimi boşadım,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Köyde bacalar eskisi gibi tütmüyor,Çorba bile boğazımızdan geçmiyor,Takatimiz kalmadı işler bitmiyor,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Geçenlerde kasabadan köye doktor geldi,Sağlam kimse kalmadı herkese ilâç verdi,Bana da 'Kendini yorma ansızın gidersin.' deyiverdi,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Eskiden köyümüzde yağız delikanlılar vardı,Gelinler al duvak içinde, giderken ağlarlardı,Gençler köyü terkettiler, şimdi ihtiyarlar kaldı,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Hani yalnız yaşayan komşumuz Ali Amca vardı,O da rahmetli oldu, cenazesi ortada kaldı,Mezarını kazacak delikanlı bulunamadı,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Öğrenci yokluğundan artık okul kapalı,İhtiyarlayınca, babanın döküldü saçı sakalı,Benimde dizlerim tutmaz, ağır işlere bakalı,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

İmam bile usandı, tayin yaptırıp gitti.Bir ezan sesi duyuyorduk, o da bitti,Hastalıklar çoğaldı, artık canımıza yetti,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Analarda ciğer, evlâtlarda merhamet olur,Gezen görür, yaşayan ölür, eden elbet bulur,Hayır duamızı alın biz ölmeden ne olur,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizin huzurunuzu kaçırmak istemem,Gelinlerimi severim asla kin beslemem,Şimdi gelmezseniz cenazeme de istemem,Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!


OĞULLARIN ANALARINA CEVABI

(1. oğul)Ana, şimdi Akdeniz sahillerindeyiz,Buralar çok güzel size de tavsiye ederiz,Çocuklar diyor ki, 'Ölürüz de o köye gitmeyiz!'Kusura bakma, çocuklar istemezse biz gelemeyiz!

(2. oğul)Ana, mektup yazmışsın bize boşu boşuna,Çünkü daha açarken gitmedi hanımın hoşuna,İdare edin artık, bu sene de yalnız başına,Kusura bakma, ben hanımı gönderemem ana!
(3. oğul)Ana, gönderdiğin mektubu şimdi okudum hanıma,Dedi ki 'Bu devirde hizmet var mı Allahaşkına?'Ne olur, soğuk su katma benim pişmiş aşıma,Kusura bakma ana, gönderemem hanımı sana asla!

(4. oğul)Ana darılma, vakit bulup da mektubunu okuyamadım,Şimdi okuyunca ne demek istediğini çok iyi anladım.Benim hanımdan başka çağıracak gelin mi bulamadın?Kusura bakma gönderemem, hanım köye alışamaz ana!

(5. oğul)Ana, ağabeyim söyledi, hizmete benim hanımı çağırmışın,Olur mu öyle şey, doğalgazdan sobalı eve nasıl alışsın?Bir de önceden başlamış günleri var, yarım mı kalsın?Kusura bakma ana gönderemem, bu sene benimki kalsın!

(Ortak çözüm)Dört kardeş hanımlarıyla bir araya geldiler.'Anamızın isteği yerinde, âcil çözüm bulalım!' dediler.Biz ne yapacağız diye düşünürlerken, aklı gelinler verdiler.Kusura bakma ana, sana hizmete BACIMIZI uygun gördüler! '

(M. Odabaşı - 2009)



10 Haziran 2013 Pazartesi

Polyannacılık....


İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?

Mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı öylesine derinden öğrenmişiz ki, "Bu ülkede yaşanmaz" ve nihayet "Batsın bu dünya" demeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz sonuçta. Ve daha da kötüsü, iyimser birini gördüklerinde canları sıkılıyor kötümserlerin, adeta "Şuna bir şey söyleyeyim de keyfi kaçsın" diyorlar içlerinden. Yıllardır seminerlerimde iyimser olmanın öneminden söz ettiğimde en az bir kişi çıkıp "Hoca iyi de o zaman bu polyannacılık olmaz mı?" der. Bu karamsarlığa prim veren bakış tarzı beni üzüyor. Şimdi söz konusu cümleye tekrar bakalım:

"İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?"

Bu görüşte, sanırım iki hata var. Birincisi "iyimserlik eşittir polyannacılık" iddiasıdır ki bu doğru değildir, ikincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü bir şey olduğu varsayılmaktadır. Polyannacılığın kötü olduğunu kim söyledi?

Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir psikolojik savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkınadan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini artırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.

Diyelim ki birisi bir bacağını kaybetti. Şüphesiz bu kötü bir durumdur. Ancak bu kişinin önünde iki yol uzanır:

Birinci yol, bir bacak gittiği için yaşamdan elini çekmek, sürekli üzülmek, artık hiçbir şeyden keyif almamaktır, ikinci yol ise şudur: Kişi eğer geriye dönüş yoksa, mevcut durumu kabullenir, elinde kalan bacak için sevinir, yaşamdan elini çekmez, yaşama sevincini kaybetmez,
ikinci yol polyannacılıktır. Polyannacının ömrü, birinciye oranla daha kaliteli geçer.

Polyannacı tavır, Çin atasözünü hatırlatıyor. Şöyle demiş Çinli:

Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme gücü ver. Değiştiremeyeceğim şeyleri Kabullenmemi sağla, İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver.

Değiştiremeyeceğimiz kayıplar karşısında, yaşama sevincimizi kaybetmemek polyannacılıktır. Karamsarlığa oranla da herhalde daha gerçekçi bir tavırdır.

Bir toplantıda polyannacılığı tartışıyorduk, bir dostum şunları anlattı:

"Üç yeğenim vardı. Marmara depreminde üçü de enkaz altındaydı. Bir tanesine ulaştık, çıkardık, ölmüştü. Mahvolduk. Daha sonra, aynı enkazın altından diğerleri sağ çıktı. Ölene üzüldük, ama sağlam çıkanlara sevindik. Ölene üzülmemek, sağlam çıkanlara sevinmemek mümkün değildi."

Yukarıdaki tavır, bir polyannacılık sayılabilir. Ama sadece ölene üzülüp sağlam çıkanlara sevinmeselerdi, en azından ayıp olurdu.

Tatsız olaylar karşısında, kafamızı kuma gömüp bir şey yokmuş gibi davranmak, başımıza ne gelirse gelsin mutlu dolaşmak, polyannacılık değil, "devekuşluğu" olsa gerek.

Polyannacılık, yaşama devam edebilmek için, gerektiğinde sıkıntılarla baş edebilme sanatıdır.

Üstün Dökmen 


9 Haziran 2013 Pazar

SABAH SABAH AĞAÇ OLMAK


SABAH SABAH AĞAÇ OLMAK
 Gerçek Bir öykü:

Büyük kızım küçükken -sanırım anaokuluna gidiyordu- sabahları yatağında beş dakika otururdu, ben de karşısına otururdum. Küçük, spontan bir oyun oynardık. Ben, bir hayvan, eşya veya bitki rolüne girerdim, o kendisi olurdu ve karşılıklı bir drama veya fabl diyebileceğimiz bir şey sergilerdik.

Bir sabah uyandı, oturup battaniyeye sarıldı ve "Hadi bana bir ağaç ol" dedi. O sabah, canım sıkkındı, keyfim yoktu; son günlerde irili ufaklı bir çok olay moralimi bozmuştu. İçime baktım, oyun oynamak istemediğimi hissettim ve dürüstçe bunu kızıma söylemeye karar verdim. "Canım benim" dedim "bu sabah keyfim yok, canım sıkılıyor, ağaç olmak istemiyorum. " Bir an durdu ve parmağını uzatarak "Baba tamam" dedi "o zaman üzgün bir ağaç ol. " Tekrar içime baktım, neşeli bir ağaç olmak istemiyordum, ama üzgün bir ağaç olabilirdim.

Ve üzgün ağaç oldum. Birilerinin meyvelerimi taşladığını, insanların canımı sıktığını anlattım. Anlattıkça, hafifledim, ferahladım. Beş dakika bittiğinde rahatlamıştım. (İfade edilen sıkıntı, çoğunlukla bizi rahatlatır.)

Kıssadan hisse: Yaşamın her zerresi kutsaldır, değerlendirilmelidir. Güzelliklerden güzellikler çıkar; ama sıkıntılardan da güzellikler çıkarmak mümkündür.

Kıssadan Hisse..





Bir gün çok zengin bir adam oğlunu yanına alarak, insanların ne kadar fakir olabileceğini göstermek için bir köye götürdü.
Çok fakir bir ailenin  evinde bir gün-bir gece geçirdiler. Şehre dönerken baba oğluna sordu:
 "Yolculuğumuzu nasıl buldun?"

 "Çok güzeldi babacığım" diye cevap verdi oğul.

 "İnsanların ne kadar fakir olabileceğini gördün değil mi?"

 "Evet."

 "Peki ne öğrendin ?"

 "Şunu gördüm" dedi oğul:"Bizim evde bir köpeğimiz, onların dört köpeği var. Bizim evde bahçenin yarısına gelen bir havuzumuz var, onların kilometrelerce uzunluğunda dereleri var. Bizim bahçede ithal lambalarımız, onların yıldızları var. Bizim terasımız ön bahçeye kadar, onların ki ise ufka kadar uzanıyor."

Ufaklık konuşurken, babası şaşkınlıktan tek kelime bile edemedi. Ve çocuk ekledi:

"Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğiniz için, teşekkür ederim babacığım !"

Nikolay Lev TOLSTOY

8 Haziran 2013 Cumartesi

gelin tanış olalım,





Yunus Emre'nin yaklaşık 700 yıl önce biriktirdiği harfler. dünya ise hala tanış olamamanın ve sevemeyip sevilememenin ızdırabı içinde.

hak cihana doludur,
kimseler hakkı bilmez
o'nu sen senden iste,
o senden ayrı olmaz

dünyaya gelen geçer,
bir bir şerbetin içer
bu bir köprüdür geçer,
cahiller onu bilmez

gelin tanış olalım,
işin kolayın tutalım
sevelim sevilelim,
dünya kimseye kalmaz

yunus sözün anlar isen,
mani'sini dinler isen
sana iyi dirlik gerek,
bunda kimseler kalmaz

6 Haziran 2013 Perşembe

MAZİ KALBİMDE YARADIR...

MAZİ KALBİMDE YARADIR

Ben de gönül çektim eskiden
Yandı hayatım bu sevgiden.
Anladım ki bir aska bedel,
Gençliğimmiş elimden giden.


NECİP CELAL ANDEL


18-19 yaşlarında ki genç Taksim’de bir Alman kızla tanışır. Birbirlerine aşık olurlar. Babası önemli bir Alman iş adamıdır ve kızını başkasıyla evlendirmek istemektedir. İlişkilerinin 15. gününde kız sevgilisine onu bir daha göremeyeceğinden korktuğunu ağlayarak söyler. Adam sadece 3. gün sonra tekrar görüşeceklerini ve korkmamasını söyler. 3 gün sonra buluşmak için geldiğinde sevgilisini göremez. Kızın babasının iş yerine koşar ama her şey toplanmış ve dükkan boştur. Deli gibi koşmaya başlar ve bir tepeden boğaza bakar. Ayışığı altında o gemiyi görür. Sevgilisi geminin içinde gitmektedir. Ağlayarak eve gelir ve işte bu şarkıyı, Türkçe ilk tangoyu piyanosunun başında defalarca çalarak ve ağlayarak besteler.

5 Haziran 2013 Çarşamba

Bak dostum!


Bak dostum!
Cahil ile dost olma: İlim bilmez, irfan bilmez, söz bilmez; üzülürsün....
Saygısızla dost olma: Usul bilmez, adap bilmez, sınır bilmez; üzülürsün.
Aç gözlü ile dost olma: İkram bilmez, kural bilmez, doymak bilmez; üzülürsün,
Görgüsüzle dost olma: Yol bilmez, yordam bilmez, kural bilmez; üzülürsün.
Kibirliyle dost olma: Hal bilmez, ahval bilmez, gönül bilmez; üzülürsün.
Ukalayla dost olma: Çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün.
Namertle dost olma: Mertlik bilmez, yürek bilmez, dost bilmez; üzülürsün.
— İlim bil, irfan bil, söz bil.
— İkram bil, kural bil, doyum bil.
— Usul bil, adap bil, sınır bil.
— Yol bil, yordam bil.
— Hal bil, ahval bil, gönül bil.
— Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma.
— Mert ol, yürekli ol.
— Kimsenin umudunu kırma.
Sen seni bil; ömrünce bu yeter sana.

[ Şeyh Edebali ]

Çocuk ve balon...


Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak:

-Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra: 

-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle. 

-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak. 

-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.

Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı. Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken,baloncu ona doğru dönerek:

-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm.

Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adam dönerek:

-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?

Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:

-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.

Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak: 

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık...


4 Haziran 2013 Salı

Dua Üzerine Bir Hikaye...


Bir yolcu gemisi yolculuk esnasında kopan bir fırtınada batar ve içindekilerden sadece iki adam küçük ve ıssız bir adaya yüzmeyi başarırlar. Ne yapacaklarını bilemeyen bu iki kazazede Tanrı’ya yalvarmaktan başka çarelerinin olmadığına karar verirler. Fakat kimin duasının daha güçlü olduğunu anlamak için adayı ikiye bölmeye karar verirler ve adada karşılıklı olarak yaşamaya başlarlar.

İlk diledikleri şey yiyecektir. Ertesi sabah, birinci adam kendi tarafında dalları meyve dolu bir ağaç bulur ve ağacın meyvelerinden yer. Diğer adamın alanı ise hala çoraktır!
Bir hafta sonra, birinci adam yalnız olduğu için kendisine bir eş diler. Ertesi gün bir kadın yüzerek birinci adamın tarafına gelir. Diğer tarafta yine hiçbir şey yoktur!
Hemen sonra birinci adam bir ev, giysiler ve daha fazla yiyecek diler. Sihirli bir değnek değmişçesine tüm istedikleri kendisine verilir. Fakat ikinci adam hala hiçbir şeye sahip olamamıştır!

En sonunda birinci adam bir gemi diler böylece karısıyla birlikte adayı terk edebilecektir. Sabahleyin kendi tarafına demirlenmiş bir gemi bulur. Birinci adam karısıyla birlikte gemiye biner ve ikinci adamı adada bırakmaya karar verir. Onun hiç bir dileği gerçekleşmediği için Tanrı’nın nimetlerine layık biri olmadığını düşünür.
Gemi kalkmak üzereyken birinci adam cennetten yankılanan bir ses duyar, “Neden arkadaşını adada bırakıyorsun?”

“Bana gönderilen nimetler sadece bana aittir çünkü onlar için ben dua ettim,” diye cevap verir birinci adam. “Onun duaları kabul edilmedi o yüzden o hiçbir şeyi hak etmiyor.”

“Yanılıyorsun!” diye azarlar ses birinci adamı. “Onun sadece tek bir dileği vardı ve kabul ettim. Eğer etmeseydim sen gönderdiğim nimetlerin hiç birine sahip olamazdın.”
“Allah’ım ne olur söyle bana” dedi birinci adam, “Ne diledi de ona minnettar olmam gerekiyor?”

“Senin tüm dileklerinin gerçek olmasını diledi.”

Hepimizin bilmesi gerekir ki; Bize gönderilen nimetler sadece bizim dualarımızın sonucunda değil bizim için dua edenler sayesinde de gerçekleşir.
Bu göz ardı edilemeyecek kadar güzel bir hikâye...
Benim bugün sizin için duam, tüm dualarınızın gerçekleşmesidir. Rahmet üzerinizde olsun.


“Başkası için yaptığınız şeyler kendiniz için yaptıklarınızdan daha önemlidir.”

2 Haziran 2013 Pazar

İki şey



İki şey insanı 'Nitelikli İnsan' yapar:
1- İradeye hakim Olmak
2- Uyumlu Olmak
İki şey 'Ekstra Değer' katar:
1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak
2- Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek
İki şey geri bırakır:
1- Kararsızlık
2- Cesaretsizlik
İki şey kaşif yapar:
1- Nitelikli çevre
2- Biraz delilik

İki şey ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar:
1- Baskın yeteneği bulmak
2- Sevdiğin işi yapmak
İki şey başarının sırrıdır:
1- Ustalardan ustalığı öğrenmek
2- Kendini güncellemek
İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır:
1- Niyetin saf olması
2- Ruhsal farkındalık
İki şey milyonlarca insandan ayırır:
1- Sorunun değil, çözümün parçası olmak
2- Hayata ve her şeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek
İki şey gelişmeyi engeller:
1- Aşırılık (mübalağa, abartı)
2- Felakete odaklanmış olmak
İki şey 'Kalitesiz İnsan'ın özelliğidir:
1- Şikayetçilik
2- Dedikodu
İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer:
1- Bakış açısını değiştirmek
2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek
İki şey yanlış yapmanı engeller:
1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgeçinden geçirmek
2- Hak yememek
İki şey kişiyi gözden düşürür :
1- Demagoji (Laf kalabalığı)
2- Kendini ağıra satmak (övmek, vazgeçilmez göstermek)
İki şey çözüm getirir:
1- Tebessüm
2- Sükut
İki şeyin değeri kaybedilince anlaşılır:
1- Anne
2- Baba
İki şey geri alınmaz:
1- Geçen zaman
2- Söylenen söz
İki şey ulaşmaya değerdir:
1- Sevgi
2- Bilgi
İki şey "hayatta önemli olan her şey" içindir:
1- Nefes alabilmek

2- Nefes verebilme

sakat çocuk ve ayakkabı satıcısı


Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:

- "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!"

Çocuk, ona dönerek:

- "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".

- "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı."

Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

- "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

- "Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?"

- "Çok basit!" dedi, adam. "Eğer vicdn yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:

- "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?"

Çocuk, başını yanlara sallayıp:

- "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!"

- "Indirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam, "Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."


Çocuk biraz düşünüp:

- "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"

- "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

- "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.

- "Ikiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."

- "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. Içerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek

- "Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."

- "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?"

- "Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam, "Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

- "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "Indirim mevsimini başlattınız ya!"

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

- "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."