18 Mart 2013 Pazartesi

Annemi niçin dövdünüz.



Annemi niçin dövdünüz. O çok sevdiği oyununu niçin aldınız elinden. Çeyizi yokken çocuk yaptırdınız, sevinci bolken kederi aşıladınız. Hüzün, annemin yüzünde her renge girerdi ama hüznü bile ona çok gördünüz. Karnında ben, gecenin en tenha vaktinde bir tarlanın ortasında yapayalnız bıraktınız.
Saçları uzun, simsiyah, gözleri aynı gözlerim gibi, ilk bakışta kirpikleri yüreğe değen türden, gülüşü gamzeli, ince belli, ak boynuyla annem, kırk ikisine yeni girdi ve ruhu hâlâ onu ilk tanıdığım günkü gibi tüter. Bazen farkında olmuyorum hayatımdaki tek iyilik simgesinin annem oluşunun. İyiliği aşkta, dostlukta, aşka ve dostluğa haklı olarak inanmayan insanlarda ararım. Nasıl anneme acı çektirdiysem onun karnındayken, seviştiğim kızlar da beni terk ettiğinde aynı acıyı duyarım… Terk ederken de annemden öç alır gibi terk ediyorum. Sevişmek yalan söylemenin en gerçekçi halidir. Ben bunu hep yalnız kaldığım zaman bildim ve ilk işim anneme gidip günahlarımdan arınmak oldu. Nasıl mı arınırım günahlarımdan. Onunla dertleşir, çocukluğunu dinlerim. Onu hiç yürekten selamlayacak bir sevgilisi olmadığını, yakar top oynamanın en güzel çağında esrar içen bir adama kanıp acıya gelin gittiğini, bilmediği dört duvar arasında generalleri tarafından sürekli utanç cezasına çarptırıldığını ve daha bir sürü şey… O hep utanarak açtı solgun perdelerini. O gün bugündür sahnede ışıklar yanıp alkışlar yükseldiği zaman, perdeyi açan annemi görürüm. İçimden, çocukluğumun bir tiyatro bahçesi olsaydı, mutlak bir gül de annem açardı derim… Açlığı ilk onun gülüşünde bastırdım ben. Şimdi karnım tok ama annem gülmüyor.
Annemi niçin dövdünüz. O size hiçbir şey yapmamıştı ki. Çünkü bir şey bilmiyordu yalnızlıktan başka. Felsefe bilmiyordu meselâ. Bilseydi kapı üzerine kilitleyip ışığı olmayan bir odada bırakamazdınız. Çünkü bilirdiniz, o mutlaka ışığa kavuşur ve sizin onu topraksız bırakmaya cesaretiniz bile olmazdı. Şimdi toprağı geniş ve bu yüzden nereye giderseniz gidin, asla yalnız kalmayacak. Annem hâlâ ciğerden gülüyor siz ona eksik bakarken. Hâlâ on yedi yaşında bir gelin gibi bakıyorsunuz yüzüne. Sanki o rutubet betonlarda siz beklediniz sabahı. Sanki siz taşıdınız sırtınızda ağabeyimi, ki ben onun karnındayken üstelik. Sanki sizdiniz çorapsız, kar altında, avluda, gözü yaşlı. Sanki sizin tahta merdiveninizdi sökülüp götürülen. Sanki siz dayak yiyordunuz kocanızdan suyu az olmuş diye fasulyenin. Benim annem cumartesi kadını olamadı. Oğulları cezaevlerinde öldürülmüş analarla el ele tutuşamadı. Onların çığlığına dar gelirdi sesi ama o hep iki oda bir salona ömür eyledi kadınlığını. En mahrem yerlerimden severdi beni. Bir keresinde babama aşıktı, boynunu öptü. Ne çok güldüm. Sanki ilk defa aşk mutluluğunu yaşıyormuş gibi bir gülüşünü gördüm. “Ne acı,” diye düşündüm sonra. Eve yıllardır ekmek ve tuz getiren bir baba sonunda aşık edebilmiş onu kendisine, ne acı. İsterdim azıcıkta şeker getirsin anneme.
Annemi çok dövdünüz. O ölmedi diğer odada oturuyor. Televizyonda ne kadar dizi varsa hepsini hayretle izliyor. Seviyor ve bu yüzden hayretle sevdiği bir şeyi izliyor. Eskiden öylece bakardı gönlü gibi yaslı televizyona. Sadece siyahtı bizim televizyon. Ne zaman ki eskiciye verdik, o zaman pek bir anlamı kalmadı. Her çeşit renge bürünüyor şimdiki televizyonumuz.
Şiddet içeren ilk programa oturma odasında rastladım ben. O gece sadece yıldızlarla komşuydu annem. Fahriye ablası evini taşıyıp gittiğinde üç gün üç gece kendisiyle bile konuşmadı. Bir gün bütün bu olup bitenlerin sabah akşam televizyon kanallarında konuşulacağını tahmin ediyordum. Çünkü çok renkliydi televizyonumuz ve annemde de her çeşit acı vardı. Geldiniz, en güzel şarkıları dinletti size o. Sesi güzeldi ama hiç türkü söyletmediniz. O size hep güzel yemekler yapma gayretindeydi.Hünerli olduğu için kıskandınız onu.Kıskandıkça daha iyilerini istediniz. İyiliğin simgesiydi ya o, unuttunuz zamanında sahip çıkmadığınız günleri- ki unutmak en feci kusuru insanın ayrılık hayatında- Ondan merhamet beklediniz bu sefer. O bizi sefil hüzünlerle büyütüp olgunluğa eriştirdi, siz ise giderek yaşlandınız. Yaşlanmak ayıp bir şey değildi ki niçin korktunuz başka yalnızlıklardan. Hep annemin yalnızlığına tutundunuz. O yalnızlığını çocuklarıyla paylaştı ama siz çoktandır bir ölüyle. O, deliliği yürekten selâmlamak bildi,siz, acımak.Hep acıtarak büyüttünüz yalnızlıklarınızı.
Tabutun içi delik diye sürekli kontrol ettiniz annemin sizi ne kadar sevip sevmediğini. Şimdi üşüyorsunuz değil mi o tabutun içinde. Çıkın öyleyse, çıkın ve unutun artık ölümünüzü. Erdemli olmak insan olduğunuzu mu hatırlatıyor size. Yanılıyorsunuz. Erdem, o kutsal kitabı okumak demek değildir sadece. Bir ülkeyi kan altında bırakacak, hatta ülke çocuklarını salgın hastalıklara boğacak bir tek sözün kâinatı da olabiliyorsa şayet, hiçbir gezegenin merhem olmadığı bu dünyada onulmaz erdem. Ve şayet şeytan tüyünü meleğe, melekte kanadını şeytana banıyorsa, yakacak bir kibrit çöpü bile yoktur yarına annemin gülüşünden başka.

Söz annemin en derin susuşudur. Erdemse ovuşturduğu ruhumda gezer. Hayallerimin yazma çağıdır annem. Beni her işe uğurlayışında üzerimdeki kıyafetleri düzeltir. Ele güne rezil olup da kendisine kötü bir lâf gelmesin diye. Çünkü o yaptı beni. Ben annemin yeteneklerinden yapılmış kocaman bir yalnızlığım. Bazen bir şeye kafam bozuldu mu, ilk ona sitem ederim. Beni niye yaptın anne. Biliyorum yeterince mutlu olamamaktı tek sebebin. Yoksa hayatının ıslak bir güzergâhına güneşli bir yol oluruz diye mi. Çay doldurma bana bu akşam. Çocukluğumu seyrettir gözlerinde yeter. Seni niçin dövdüler anne. Kabahatli ben miyim yoksa sen mi?.. Dilenci kadınlara çok kızdım bu sabah. Senin emeğini sömürüyorlardı elbet… Nedense yine üzüldüm onlara. Kızmamız gereken onca insan dururken… Unutma, bizlere bıraktığın en dürüst eşyadır fotoğraflar.
Anne, sen ki yakılmış birer pozsun generallerin tozlu ayaklarında. Ama üzülme, seni seven bir oğlun var. Bundan böyle gülüşün, tabedilmiş bir fotoğraftan olacak hayata…

TANER CİNDORUK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder